| | MİDNİGHT SUN *^ | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:24 pm | |
| 2. Açık Kitap
Sırtımı kar yığınının arkasına yasladım ve kuru pudra ağırlığımın etrafında yeniden şekillendi. Tenim etrafımdaki havayla uyum sağlamak için soğumuştu, altımdaki küçük buz parçalarını kadife gibi hissediyordum. Üstümdeki gökyüzü duruydu, bazı yerlerde mavi, bazı yerlerde sarı olarak ışıyan yıldızlarla parlaktı. Siyah evrende şahane, dönen şekiller yaratmışlardı – mükemmel bir görüntü. Harika güzellikle. Ya da, harika güzellikte olurdu. Olurdu, eğer gerçekten görebiliyor olsaydım. Hiç iyiye gitmiyordu. Altı gün geçmişti, altı gün bu boş Denali sahrasında saklanmıştım; ama özgürlüğe, onun kokusunu yakaladığım anda olduğumdan daha yakın değildim. Mücevherlerle dolu gökyüzüne baktığım zaman, sanki güzellikleriyle gözlerim arasında bir engel var gibiydi. Bu engel bir yüzdü, sadece sıradan bir insan yüzü; fakat onu aklımdan çıkaramıyordum. Yaklaşan düşünceleri, onlara eşlik eden ayak seslerinden önce duydum. Hareketin sesi pudranın üzerinde sadece hafif bir fısıltıydı. Tanya’nın beni buraya kadar takip etmesine şaşırmamıştım. Son birkaç gündür, şimdi yaklaşan bu konuşma üzerine düşündüğünü ve ne söyleyeceğinden tam olarak emin olana kadar ertelediğini biliyordum. Yaklaşık altmış yarda ötede, siyah bir kayanın üzerine sıçrayıp, çıplak ayaklarıyla dengesini sağlarken görüş alanıma girdi. Tanya’nın teni yıldızların ışığı altında gümüştü ve uzun sarı bukleleri soluk bir şekilde parıldıyordu, çilek rengi tonuyla neredeyse pembeydi. Kehribar gözleri, o, kara yarı gömülü halde beni izlerken parıldadı ve dolgun dudakları bir gülümsemeyle uzadı. Harika. Eğer gerçekten görebiliyor olsaydım. İç çektim. Kayanın tepesinde, parmak uçları taşa dokunarak çömeldi, vücudu gerildi. Top güllesi, diye düşündü. Kendini havaya fırlattı; şekli yıldızlarla benim arama girdiği sırada karanlık, dönen bir gölgeye dönüştü. Tam yanımdaki kar yığınına yaklaştığı zaman top halinde kıvrıldı. Etrafımda bir tipi uçtu. Tüye benzeyen buz kristalleri altına gömüldüğümde yıldızlar karardı. Tekrar iç çektim; ama kendimi yukarı çıkarmak için hiçbir harekette bulunmadım. Karın altındaki siyahlık ne acıtıyor, ne de görüşümü geliştiriyordu. Hala aynı yüzü görüyordum. “Edward?” Tanya beni hızlıca çıkartırken kar yine uçuyordu. Gözlerimle pek buluşmadan, hareketsiz yüzümden kar tanelerini silkeledi. “Özür dilerim.” dedi mırıldanarak. “Şakaydı.” “Biliyorum. Komikti.” Ağzı aşağı doğru kıvrıldı. “İrina ve Kate seni yalnız bırakmam gerektiğini söylediler. Seni rahatsız ettiğimi düşünüyorlar.” “Hayır, hiç etmiyorsun.” diye güvence verdim. “Aksine, kaba olan benim – fena halde kaba. Çok özür dilerim.” Eve gidiyorsun değil mi? diye düşündü. “Henüz buna… tam olarak… karar vermedim.” Ama burada kalmıyorsun. Düşünceleri şimdi dalgındı, hüzünlü. “Hayır… yardımcı oluyor gibi görünmüyor.” Yüzünü buruşturdu. “Bu benim suçum değil mi?” “Tabii ki hayır.” dedim yumuşakça yalan söyleyerek. Centilmenlik yapma. Gülümsedim. Rahatsız olmana neden oluyorum, diye suçladı. “Hayır.” Kaşını kaldırdı, ifadesi o kadar kuşkuluydu ki, gülmek zorunda kaldım. Başka bir iç çekişin takip ettiği kısa bir kahkaha. “Pekala.” diye itiraf ettim. “Biraz.” O da iç çekti ve çenesini ellerine aldı. Düşünceleri üzüntülüydü. “Yıldızlardan binlerce kez daha güzelsin Tanya. Tabii, zaten bunun farkındasın. İnadımın kendine olan güvenini yok etmesine izin verme.” “Reddedilmeye alışık değilim.” diye homurdandı, dudağını alımlı bir şekilde büktü. “Kesinlikle.” dedim, binlerce başarılı fethi hızla kafasından geçerken düşüncelerini engellemeye çalışarak. Tanya insan erkeklerini tercih ederdi – yumuşak ve sıcak olma avantajı ile beraber, daha çoklardı ve kesinlikle daha isteklilerdi. “Succubus(Geceleyin kadın şeklinde erkeklerin rüyasına girip onlarla cinsel münasebette bulunan dişi şeytan.).” dedim alayla, kafasında belirmeye devam eden görüntüleri bölme umuduyla. Dişlerini göstererek sırıttı. “Orijinal.” Carlisle’ın aksine, Tanya ve kardeşleri bilinçlerini yavaş yavaş keşfetmişlerdi. Sonunda, onları kan dökmeye karşı getiren etken insan erkeklerine olan düşkünlükleri olmuştu. “Buraya geldiğinde,” dedi yavaşça. “Ben sandım ki…” Ne düşündüğünü biliyordum ve böyle hissedeceğini tahmin etmem gerekirdi; ama geldiğimde çözümsel düşünmek için en iyi halimde değildim. “Fikrimi değiştirdiğimi düşündün.” “Evet.” Kaşlarını çattı. “Beklentilerinle oynadığım için kendimi çok kötü hissediyorum Tanya. Böyle yapmak istememiştim – düşünmüyordum. Sadece… çok aceleyle ayrılmıştım.” “Sanırım sebebini söylemezsin…?” Doğruldum ve kollarımı bacaklarıma dolayıp savunma amaçlı kıvrıldım. “Bunun hakkında konuşmak istemiyorum.” Tanya, Irina ve Kate kalkıştıkları bu hayatta çok iyilerdi. Çeşitli konularda Carlisle’dan bile. Avları olması gerekenlerle – bir zamanlar olanlarla – kendilerine izin verdikleri delice yakınlığa rağmen; hata yapmıyorlardı. Zayıflığımı Tanya’ya itiraf etmeye çok utanıyordum. “Kadın problemi mi?” diye tahmin yürüttü isteksizliğimi görmezden gelerek. Soğukça güldüm. “Kastettiğin şekilde değil.” Sonra sessizleşti. Kelimelerimin anlamını çözmek için değişik tahminler yürütürken düşüncelerini dinledim. “Yaklaşamadın bile.” dedim. “Bir ipucu?” diye sordu. “Lütfen bırak Tanya.” Yine sessizleşti, hala tahmin etmeye çalışıyordu. Onu duymazdan gelip boş yere yıldızların güzelliğini görmeye çalıştım. Bir süre sonra vazgeçti ve düşünceleri başka bir yöne gitti. Nereye gideceksin Edward, eğer buradan ayrılırsan? Carlisle’a mı döneceksin? “Sanmıyorum.” diye fısıldadım. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:24 pm | |
| Nereye gidecektim? Dünyada ilgimi çeken hiçbir yer yoktu. Görmek ya da yapmak istediğim hiçbir şey yoktu, çünkü nereye gidersem gideyim, bir yere doğru gidiyor olmayacaktım – bir yerden uzağa kaçıyor olacaktım. Bundan nefret ediyordum. Ne zaman böyle bir ödleğe dönüşmüştüm? Tanya ince kolunu omzuma attı. Dikeldim; ama dokunuştan çekilmedim. Arkadaşça bir rahatlatmadan başka bir şey kastetmemişti. Çoğunlukla. “Bence geri döneceksin.” dedi, sesinde uzun zaman önce kaybolmuş Rus aksanından ufak bir iz belirerek. “Peşini bırakmayan her ne… ya da her kim olursa olsun, onunla yüzleşeceksin. Sen böyle birisin.” Düşünceleri sözleri kadar emindi. Aklındaki görüntüyü benimsemeye çalıştım. Sorunlarla yüzleşen kişiyi. Kendimi tekrar böyle düşünmek hoştu. Hiçbir zaman cesaretim ve zorluklarla başa çıkma becerimden şüphe duymamıştım, bir lisenin biyoloji dersinde geçirdiğim o korkunç saate kadar. Yanağından öptüm. Yüzünü bana döndürdüğünde çabucak geri çekildim, dudakları çoktan büzülmüştü. Hızıma acıklı bir ifadeyle gülümsedi. “Teşekkürler Tanya, bunu duymaya ihtiyacım vardı.” Düşünceleri huysuzlaştı. “Bir şey değil, sanırım. Keşke daha mantıklı olabilsen Edward.” “Üzgünüm Tanya. Benim için fazla iyi olduğunu biliyorsun. Ben sadece… daha aradığımı bulamadım.” “Pekala, eğer seni tekrar görmeden önce gidersen… hoşçakal Edward.” “Hoşçakal Tanya.” Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, görebiliyordum. Kendimi giderken görebiliyordum, olmak istediğim tek yere giderken… “Tekrar teşekkürler.” Tek bir çevik harekette ayaktaydı ve o kadar hızlı koşuyordu ki, ayağının kara batacak vakti olmuyordu; arkasında hiç iz bırakmıyordu. Geriye bakmadı. Reddim onu daha önce izin verdiğinden çok rahatsız etmişti, düşüncelerinde bile. Gitmeden önce beni bir daha görmek istemiyordu. Üzüntüyle suratım asıldı. Hisleri derin ve saf olmamasına ve hiçbir şekilde karşılık veremeyeceğim duygular olmasına rağmen, Tanya’yı incitmekten hiç hoşlanmıyordum. Yine de bir centilmenden aşağı hissetmeme neden oluyordu. Çenemi dizlerime koydum ve aniden yola çıkmak için heyecanlı olduğum halde yıldızları tekrar izledim. Alice’in eve döneceğimi görüp diğerlerine söyleyeceğini biliyordum. Mutlu olacaklardı – özellikle Carlisle ve Esme. Kafamdaki yüzden ötesini görmeye çalışarak bir süre daha yıldızlara baktım. Gökyüzündeki parlak ışıklarla aramda, bir çift sersemlemiş çikolata renkli göz bu kararın onun için ne anlama geldiğini soruyormuşçasına bana baktı. Tabii, bunun gerçekten o meraklı gözlerin aradığı bilgi olup olmadığından emin olamadım. Hayalimde bile, düşüncelerini okuyamıyordum. Bella Swan’ın gözleri sorgulamaya ve yıldızların engelsiz görüntüsü benden kaçmaya devam etti. Kuvvetle iç çekerek pes ettim ve ayağa kalktım. Eğer koşarsam Carlisle’ın arabasına yarım saatten kısa sürede varabilirdim. Ailemi görmek için acele ederek – ve zorluklarla yüzleşen Edward olmayı çok isteyerek – yıldızlarla aydınlanmış karların üzerinde koştum, ayak izi bırakmadan.
............................................
“Bir sorun olmayacak.” diye fısıldadı Alice. Gözleri odağını kaybetmişti ve Jasper, biz birbirimize yakın bir grup halinde yürürken eli Alice’in dirseğinin altında, yürümesinde yardımcı oluyordu. Rosalie ve Emmett önde gidiyorlardı. Emmett gülünç bir şekilde düşman bölgesindeki bir korumaya benziyordu. Rosalie de ihtiyatlı görünüyordu; ama korumacıdan çok sinirliydi. “Tabii ki olmayacak.” dedim homurdanarak. Davranışları gülünçtü. Eğer altından kalkamayacağımı düşünseydim evde kalırdım. Normal, eğlenceli sabahımızın – gece kar yağmıştı ve Emmett ile Jasper dikkat dağınıklığımı fırsat bilerek beni kar topu bombardımanına tutmuşlardı; tepkisizliğimden sıkıldıklarında ise birbirlerine dönmüşlerdi – bu aşırı dikkatlilik durumuna olan ani değişimi, eğer bu kadar sinir bozucu olmasaydı komik olurdu. “Henüz burada değil; ama geleceği yol… rüzgar yönünde olmayacak, eğer her zamanki yerimize oturursak.” “Tabii ki her zamanki yerimizde oturacağız. Kes şunu Alice. Sinirlerimi bozuyorsun. Tamamen iyi olacağım.” Jasper oturmasına yardım ederken gözleri bi kere kapanıp açıldı ve sonunda benim yüzüme odaklandı. “Hmm.” dedi şaşırmış bir sesle. “Sanırım haklısın.” “Tabii ki öyleyim.” diye söylendim. Endişelerinin odağı olmaktan nefret etmiştim. Korumacı halde Jasper’ı çevrelediğimiz zamanları hatırladığımda, ona ani bir sempati hissettim. Kısa bir an bakışımı yakaladı ve sırıttı. Sinir bozucu değil mi? Ona yüzümü buruşturdum. Bu uzun, donuk renkli odanın bana çok ağır gelişi sadece bir hafta önce miydi? Burada olmanın neredeyse uykuya, koma haline benzeyişi? Bugün sinirlerim uzamıştı – en ufak baskıda ses çıkarmak üzere gerilmiş piyano telleri gibi. Duyularım tetikteydi, her sesi, her görüşü, havanın tenime dokunan her hareketini, her düşünceyi tarıyordum. Özellikle düşünceleri. Kullanmayı reddedip kilitlediğim tek bir duyu vardı. Koku tabii ki. Nefes almıyordum. Düşünceleri incelerken Cullen’larla ilgili daha çok şey duymayı bekliyordum. Bütün gün, Bella Swan’ın verdiği herhangi bir bilgi aramış, yeni dedikodunun yönünü görmeye çalışmıştım; ama hiçbir şey yoktu. Kimse kafeteryadaki beş vampirin farkında değildi, tıpkı yeni kız gelmeden önceki gibi. Bazı insanların aklında da hala o kız ve geçen haftaki düşüncelerinin aynısı vardı. Bunu anlatılamayacak derecede sıkıcı bulmak yerine, şimdi büyülenmiştim. Kimseye benim hakkımda bir şey söylememiş miydi? Benim kara, öfkeli ve ölüm saçan başımı fark etmemesinin imkanı yoktu. Buna verdiği tepkiyi görmüştüm. Şüphesiz, onu çok korkutmuştum. Birine anlatacağından, belki de daha iyi bir hikaye haline getirmek için biraz abartacağından ve bana tehditkar birkaç replik ekleyeceğinden emindim. Ve sonra beni, birlikte girdiğimiz biyoloji dersini bırakmaya çalışırken duymuştu. Yüz ifademi gördükten sonra sebebin kendisi olup olmadığını mutlaka merak etmiş olmalıydı. Normal bir kız etrafındakilere sorar, deneyimini diğerleriyle karşılaştırır, dışlanmış hissetmemek için davranışımı açıklayacak bir ortak nokta arardı. İnsanlar normal hissetmek ve etrafındaki herkese uyum sağlamak için her şeyi yapardı, bir sürü özelliksiz koyun gibi. Bu ihtiyaç, emniyetsiz gençlik yıllarında özellikle güçlüydü. Kız bu kuralın bir istisnası olmazdı. Ama burada, normal masamızda otururken, kimse bizi fark etmemişti. Kimseye anlatmadıysa, Bella son derece utangaç olmalıydı. Belki babasıyla konuşmuştu, belki en güçlü ilişkisi onunlaydı… ama bu, onunla ne kadar az zaman geçirdiği düşünülünce pek mümkün görünmüyordu. Annesine daha yakın olmalıydı. Yine de kısa zaman içinde Şef Swan’a uğrayıp düşüncelerini dinlemeliydim. “Yeni bir şey var mı?” diye sordu Jasper. “Yok… Hiçbir şey söylememiş olmalı.” Bu haber üzerine hepsi kaşlarını kaldırdı. “Belki de düşündüğün kadar korkunç değilsin.” dedi Emmett kıkır kıkır gülerek. “Bahse girerim ki ben onu bundan daha iyi korkuturdum.” Ona doğru gözlerimi devirdim. “Acaba neden…?” Kızın eşsiz sessizliğiyle ilgili hala şaşkındı. “Bunu geçtik. Bilmiyorum.” “İçeri giriyor.” diye mırıldandı Alice. Vücudumun katılaştığını hissettim. “İnsan görünmeye çalışın.” “İnsan, öyle mi?” diye sordu Emmett. Sağ yumruğunu kaldırıp avucunda sakladığı kar topunun etrafında parmaklarını büktü. Tabii ki, orada erimemişti. Sıkıp bir buz kütlesi haline getirdi. Gözleri Jasper’daydı; ama düşüncelerinin yönünü gördüm. Tabii, Alice de gördü. Emmett’in ona aniden fırlattığı buz topağını, parmaklarının sıradan bir hareketiyle engelledi. Buz, kafeterya boyunca insan gözlerinin takip edemeyeceği bir hızla duvara çarpıp, tuğlaları çatlattı. Odanın o köşesindeki başlar önce yerdeki kırık buz kütlelerine döndü ve sonra suçluyu bulmak için arandı. Birkaç masadan uzağa bakmadılar. Kimse bize bakmadı. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:24 pm | |
| “Çok insanca Emmett.” dedi Rosalie iğneleyici bir sesle. “Elin değmişken niye duvara yumruk atmıyorsun?” “Onu sen yaparsan daha etkileyici olur bebeğim.” Onlara dikkatimi vermeye çalıştım, sanki şakalarının bir parçasıymışım gibi yüzüme bir sırıtma yerleştirdim. Onun beklediğini bildiğim sıraya bakmak için kendime izin veremedim; ama dinliyordum. Jessica’nın, ilerleyen sırada hareketsiz duran ve dikkati dağılmış görünen yeni kızla ilgili sabırsızlığını duyabiliyordum. Düşüncelerinde, Bella Swan’ın yanaklarının bir kere daha kanla kırmızı olduğun gördüm. Kısa, derin olmayan nefesler aldım, kokusunun en ufak bir izi bile yanımdaki havaya değerse nefes almayı bırakmaya hazırdım. Mike Newton iki kızla beraberdi. Jessica’ya Swan kızının ne problemi olduğunu sorduğunda, hem iç hem de dış sesini duyabiliyordum. Düşüncelerinin onun etrafında sarılış şeklinden ve kız, onun orada olduğunu unutmuş şekilde girdiği dalgınlıktan çıkarken, çoktan kurulmuş zihnini bulutlandıran fantezilerin belirişinden hoşlanmamıştım. “Hiçbir şey.” dedi Bella o alçak, duru sesiyle. Kafeteryadaki gürültünün içinde bir zil gibi çınlamıştı; ama bunun çok dikkatli dinlediğim için olduğunu biliyordum. “Bugün sadece soda alacağım.” diye devam etti, sıraya yetişmek için hareket ettiğinde. Kendimi ona bir bakış atmaktan alıkoyamadım. Yere bakıyordu, kan yüzünden yavaşça çekiliyordu. Çabucak gözlerimi kaçırıp, şimdi acılı gözüken gülümsememe gülen Emmett’a döndüm. Hasta görünüyorsun kardeşim. İfademin normal ve doğal görünmesi için yüz hatlarımı tekrar ayarladım. Jessica kısın iştahsızlığının sebebini merak ediyordu. “Aç değil misin?” “Aslında, biraz hasta hissediyorum.” Sesi çok alçaktı; ama hala duruydu. Mike Newton’ın düşüncelerinden yayılan korumacı endişe beni niye rahatsız etmişti? Sahiplenen bir tavrı olması niye önemliydi? Mike Newton onun için gereksizce kaygılanıyorsa bu beni ilgilendirmiyordu. Belki de herkesin ona verdiği tepki buydu. İçgüdüsel olarak onu korumayı ben de istememiş miydim? Onu öldürmeden önce, bu… Ama kız hasta mıydı? Değerlendirmek zordu – şeffaf teninin altında çok narin görünüyordu. Sonra kendim de endişelendiğimi fark ettim, tıpkı o ahmak oğlan gibi. Ve kendimi sağlığı hakkında düşünmemek için zorladım. Bakmaksızın, onu Mike’ın düşüncelerinden izlemekten hoşlanmamıştım. Üçü hangi masaya oturacaklarını seçerken Jessica’ya geçtim. Şansıma Jessica’nın arkadaşlarıyla oturdular, Alice’in dediği gibi rüzgar yönünde değildi. Alice bana dirsek attı. Birazdan bakacak, insan gibi davran. Sırıtmamın altında dişlerimi sıktım. “Rahatla Edward.” dedi Emmett. “Hakikaten. Bir insanı öldürürsün. Bu dünyanın sonu olmaz.” “Sen bilirsin.” diye mırıldandım. Güldü. “Böyle şeyleri atlatmayı öğrenmelisin. Benim gibi. Sonsuzluk, suçluluk içinde kıvranmak için uzun bir zaman.” O anda, Alice elinde sakladığı daha küçük bir avuç dolusu buzu Emmett’in kuşkusuz yüzüne fırlattı. Emmett şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve sonra sırıttı. “Bunu sen istedin.” dedi, buz kaplı saçlarını ona doğru sallamak için eğilirken. Sıcak odada eriyen kar, saçından yarı sıvı, yarı katı şekilde sıçradı. “Iyy!” diye sızlandı Rosalie, Alice’le beraber şiddetli yağıştan kaçarlerken. Alice güldü ve hepimiz katıldık. Kafasında bu kusursuz anı nasıl ayarladığını ve kızın – onu böyle düşünmeyi kesmeliydim, sanki dünyadaki tek kızmış gibi – o Bella’nın bizi insanca gülüp oynarken ve tıpkı bir Norman Rockwell tablosu gibi doğal olmayan derecede ideal halde göreceğini biliyordum. Alice gülmeye devam etti ve tepsisini bir kalkan gibi kaldırdı. Kız – Bella mutlaka bize bakıyor olmalıydı. …yine Cullen’lara bakıyor, diye düşündü biri, dikkatimi çekerek. Kasıtsız çağrıya otomatik şekilde baktım ve gözlerim yönü bulurken sesi tanıdım – onu bugün çok dinlemiştim. Ama gözlerim Jessica’yı geçti ve kızın içe işleyen bakışlarına odaklandı. Çabucak aşağı bakıp tekrar gür saçlarının arkasına saklandı. Ne düşünüyordu? Rahatsızlık, zaman geçtikçe zayıflamak yerine daha da artıyordu. Daha önce hiç denemediğim için ne yaptığımdan emin olamayarak etrafındaki sessizliği zihnimle aşmaya çalıştım. Ekstra duyum her zaman doğal olarak gelmişti; hiçbir zaman üzerinde çalışmam gerekmemişti; ama şimdi odaklanmıştım, onu çevreleyen kalkanı kırmaya çalışıyordum. Sessizlikten başka hiçbir şey yoktu. Onun nesi var? diye düşündü Jessica, benim rahatsızlığımı yansıtarak. “Edward Cullen sana bakıyor.” diye fısıldadı Swan kızının kulağına, bir kıkırdama ekleyerek. Ses tonunda kıskanç sinirinin hiç izi yoktu. Arkadaşlık taklidinde yetenekli görünüyordu. Kızın cevabını, kendimi kaptırmış şekilde ben de dinledim. “Sinirli görünmüyor değil mi?” Yani geçen haftaki vahşi tepkimi fark etmişti. Tabii ki. Soru Jessica’nın kafasını karıştırdı. O, ifademi kontrol ederken düşüncelerinde kendi yüzümü gördüm; ama bakışıyla buluşmadım. Hala bir şey duymaya çalışarak kıza odaklanıyordum. Dikkatli konsantrasyonum hiç yardımcı olmuyor gibi görünüyordu. “Hayır.” dedi Jess ona ve evet diyebilmeyi dilediğini biliyordum – bakışım içine dert olmuştu – ama sesinde bunun izi yoktu. “Görünmeli mi?” “Benden pek hoşlandığını sanmıyorum.” diye fısıldadı kız, aniden yorulmuş gibi başını koluna yaslayarak. Hareketini anlamaya çalışıyordum; ama sadece tahmin yürütebilirdim. Belki de yorulmuştu. “Cullen’lar kimseyi sevmezler.” diye güvence verdi Jess. “Kimseyi hoşlanmak için kendilerine layık görmezler.” Eskiden görmezlerdi. Düşüncesi sızlanan bir homurtuydu. “Ama hala sana bakıyor.” “Ona bakmayı kes.” dedi kız endişeyle ve Jessica’nın emre uyup uymadığından emin olmak için başını biraz kaldırdı. Jessica kıkırdadı; ama istediğini yaptı. Kız saatin kalanında masasından başka yere bakmadı. Bunun kasıtlı olduğunu düşündüm – ama tabii ki, emin olamadım. Bana bakmak istiyormuş gibi görünüyordu. Vücudu hafifçe benim yönüme doğru yöneliyordu, çenesi dönmeye başlıyordu; ama sonra kendini yakalayıp derin bir nefes alarak, kim konuşuyorsa ona bakıyordu. Kızın etrafındaki düşünceleri, arada onunla ilgili olmadıkları sürece duymazdan geldim. Mike Newton okuldan sonra park yerinde bir kartopu savaşı planlıyordu, çoktan yağmura dönüştüğünün farkında görünmüyordu. Kar tanelerinin çatıdaki hafif sesi, yağmur damlalarının pıtırtısına dönüşmüştü. Değişimi gerçekten duyamıyor muydu? Bana sesli geliyordu. Öğle teneffüsü bittiğinde yerimde kaldım. İnsanlar dışarı çıktı ve ben kendimi diğerlerinin arasından onun ayak seslerini ayırt etmeye çalışırken yakaladım, sanki önemli ve alışılmadık bir özellikleri varmış gibi. Ne kadar aptalca. Ailem de hareket etmedi. Ne yapacağımı görmek için beklediler. Onun delice kuvvetli kokusunu alabileceğim ve nabzının sıcaklığını tenimde hissedebileceğim sınıfa gidip, yanına oturur muydum? Bunun için yeterince güçlü müydüm? Yoksa bir gün için yeterince çekmiş miydim? | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:24 pm | |
| “Sanırım sorun yok.” dedi Alice tereddütle. “Kararlısın. Sanırım saati atlatacaksın.” Ama Alice bir kararın ne kadar çabuk değişebileceğini çok iyi biliyordu. “Niye zorlayasın ki Edward?” diye sordu Jasper. Şimdi zayıf olan ben olduğum için kendini beğenmiş hissetmemek istemesine rağmen, bunu duyabiliyordum, sadece biraz. “Eve git. Ağırdan al.” “Ne fark eder ki?” dedi Emmett katılmayarak. “Onu öldürürsün ya da öldürmezsin. İki şekilde de atlatırsın.” “Henüz taşınmak istemiyorum.” diye sızlandı Rosalie. “Baştan başlamak istemiyorum. Liseyi neredeyse bitirdik Emmett. Sonunda.” Kararda iki eşit parçaya bölünmüştüm. Bununla yüzleşmek istiyordum, çok istiyordum; ama kendimi zorlamak da istemiyordum. Geçen hafta Jasper’ın avlanmadan uzun süre durması bir hata olmuştu, bu da aynı şekilde anlamsız bir hata mıydı? Ailemi yerinden etmek istemiyordum. Hiçbiri bana bunun için teşekkür etmezdi. Ama Biyoloji sınıfına gitmek istiyordum. Onun yüzünü bir daha görmek istediğimi fark ettim. Benim için kararı veren buydu. O merak. Böyle hissettiğim için kendime kızgındım. Kendime, kızın sessiz zihninin beni uygunsuzca ilgilendirmeyeceğine dair söz vermemiş miydim? Yine de, işte en uygunsuz şekilde ilgiliydim. Ne düşündüğünü bilmek istiyordum. Zihni kapalıydı; ama gözleri çok açıktı. Belki aklı yerine onları okuyabilirdim. “Hayır Rose. Sanırım gerçekten sorun olmayacak.” dedi Alice. “Sabitleşiyor. Eğer sınıfa giderse kötü bir şey olmayacağından yüzde doksan üç eminim.” Bana, düşüncelerimde onun gelecek görüşünü daha güvenli hale getiren ne değişiklik olduğunu merak ederek baktı. Merak, Bella Swan’ı hayatta tutmaya yetecek miydi? Emmett haklıydı gerçi – niye her iki şekilde de üstesinden gelmiyordum? Ayartıyla yüzleşecektim. “Sınıflarınıza gidin.” dedim kendimi masadan iterek. Döndüm ve uzun adımlarla ilerledim. Arkamda Alice’in endişesini, Jasper’ın tenkidini, Emmett’in onayını ve Rosalie’nin sinirini duyabiliyordum. Sınıfın kapısında son bir derin nefes aldım ve küçük, sıcak odaya girerken ciğerlerimde tuttum. Geç kalmamıştım. Bay Banner hala bugünün deneyini ayarlıyordu. Kız benim – bizim masamızda, başı eğik, karalama yaptığı deftere bakıyordu. Yaklaşırken, zihninin yarattığı bu önemsiz taslakla bile ilgilenerek onu inceledim; ama anlamsızdı. Sadece iç içe ilmeklerden oluşan rastgele bir karalamaydı. Belki de desene odaklanmıyor, başka bir şey düşünüyordu. Sandalyeyi gereksiz bir sertlikle çekip, döşemeyi çizmesine izin verdim; insanlar birinin gelişi sesle duyurulduğunda her zaman daha rahat ederlerdi. Sesi duyduğunu biliyordum. Bakmadı; ama eli çizdiği desende bir ilmeği kaçırıp dengeyi bozdu. Niye yukarı bakmamıştı? Muhtemelen korkmuştu. Bu sefer, farklı bir izlenim bıraktığımdan ve önceden olanların hayalinin bir ürünü olduğunu düşünmesini sağladığımdan emin olmalıydım. “Merhaba.” dedim insanları rahatlatmak istediğim zaman kullandığım alçak sesimi kullanıp, dişlerimi göstermeden gülümseyerek. O zaman baktı, büyük kahverengi gözleri ürkekti – neredeyse sersemlemiş – ve sessiz sorularla doluydu. Bu, geçen hafta görüşümü engelleyen ifadeydi. Garip şekilde derin kahverengi gözlere bakarken, nefretin – kızın sadece varolduğu için hak ettiğini hayal ettiğim nefretin – kaybolduğunu fark ettim. Nefes almıyor ve kokusunu tatmıyorken böyle savunmasız birinin nefreti hak edebileceğine inanmak zordu. Yanakları kızarmaya başladı ve hiçbir şey söylemedi. Gözlerimi onunkilerde tutup sadece sorgulayan derinliklerine odaklandım ve teninin iştah kabartıcı rengini görmezden gelmeye çalıştım. Bir süre nefes almadan konuşmaya yetecek kadar soluğum vardı. “Adım Edward Cullen.” dedim, ismimi bildiğini bilmeme rağmen. Bu başlamanın nazik yoluydu. “Geçen hafta kendimi tanıtma şansı bulamadım. Sen Bella Swan olmalısın.” Kafası karışmış göründü – kaşlarının arasındaki o küçük kıvrım tekrar oradaydı. Cevap vermesi olması gerekenden yarım saniye fazla süre aldı. “Adımı nereden biliyorsun?” diye sordu, sesi biraz titreyerek. Onu gerçekten çok korkutmuş olmalıydım. Bu kendimi suçlu hissetmeme neden oldu; o kadar savunmasızdı ki. Nazikçe güldüm – bu insanların huzursuzluğunu azaltan bir sesti. Yine, dişlerimle ilgili dikkatliydim. “Ah, sanırım ismini herkes biliyor.” Şüphesiz, bu tekdüze yerde ilgi odağı haline geldiğinin farkındaydı. “Bütün kasaba senin gelmeni bekliyordu.” Bu bilgi ona göre hoş değilmiş gibi suratını astı. Sanırım, utangaç göründüğü kadar ilgiden de hoşlanmıyordu. Çoğu insan tersini hissederdi. Sürüden ayrı kalmak istememelerine rağmen spot ışıklarını arzularlardı. “Hayır.” dedi. “Yani, niye bana Bella dedin?” “Isabella’yı mı tercih edersin?” diye sordum, sorunun nereye gittiğini anlayamayarak. İlk gününde tercihini pek çok kez net şekilde belirtmişti. Bütün insanlar düşünceleri rehber olmadığı zaman böyle anlaşılmaz mıydı? “Hayır. Bella ismini seviyorum.” diye cevapladı kafasını hafifçe yana eğerek. İfadesi – eğer doğru okuyorsam – utanç ve kafa karışıklığı arasındaydı. “Ama Charlie – yani babamın benden Isabella diye bahsettiğini sanıyorum. Burada herkes beni öyle tanıyor gibi görünüyor.” Teninin pembesi bir ton daha koyulaştı. “Hmm.” dedim sıradan bir sesle ve gözlerimi yüzünden kaçırdım. Sorularının ne anlama geldiğini yeni anlamıştım. Hata yapmıştım. Eğer ilk gün diğerlerini dinliyor olmasaydım, ona başta tam ismiyle hitap ederdim, diğer herkes gibi. Fark dikkatini çekmişti. Şiddetli bir huzursuzluk hissettim. Hatamı yakalamak onun için çok kolay olmuştu. Oldukça zekice, özelikle yakınlığımdan korkması gereken birine göre. Ama aklında benimle ilgili kilitli tuttuğu şüphelerinden daha büyük sorunlarım vardı. Soluğum kalmamıştı. Eğer onunla tekrar konuşacaksam nefes almam gerekiyordu. Konuşmamak zor olurdu. Şanssızlığına, bu masayı paylaşmamız onu benim labaratuvar partnerim yapıyordu ve bugün birlikte çalışmak zorundaydık. Deneyi yaparken onu görmezden gelmek garip – ve anlaşılmaz şekilde kaba – olurdu. Bu onu daha çok korkutur ve şüphelendirirdi. Sandalyemi hareket ettirmeden ondan uzaklaşabileceğim kadar uzaklaşıp kafamı sıraların arasındaki boşluğa döndürdüm. Kaslarımı kilitleyerek kendimi olduğum yere bağladım. Sonra sadece ağzımdan, hızlıca ciğerlerimi dolduran bir nefes aldım. Ahh! Bu gerçekten acı vericiydi. Onu koklamadan bile, dilimde tadını alabiliyordum. Boğazım aniden tekrar alevler içindeydi, arzu aynı geçen hafta kokusunu yakaladığım andaki kadar güçlüydü. Dişlerimi gıcırdattım ve kendimi toparlamaya çalıştım. “Başlayın.” diye komut verdi Bay Banner. Masaya bakan kıza dönüp gülümsemek için yetmiş yıllık çabayla kazandığım öz kontrolü en ufak zerresine kadar kullanmışım gibi hissettim. “Önce bayanlar, partner?” Yüzüme baktı ve ifadesi boşaldı, gözleri büyüdü. Yüz ifademde yanlış bir şey mi vardı? Yine korkmuş muydu? Konuşmadı. “Ya da, istersen ben başlayabilirim.” dedim sessizce. “Hayır.” dedi ve yüzü yine beyazdan kırmızıya döndü. “Ben başlarım.” Duru teninin altındaki kanın akışını izlemek yerine masadaki malzemelere, slayt kutusuna ve hırpalanmış mikroskoba baktım. Dişlerimin arasından hızlıca bir nefes daha aldım ve boğazımı acıttığında irkildim. “Profaz.” dedi hızlı bir incelemenin ardından. Slaydı çıkarmaya başladı. “Bakmamın bir sakıncası var mı?” İçgüdüsel olarak – aptalca, sanki onun türündenmişim gibi – elini durdurmak için uzandım. Bir saniyeliğine, teninin ısısı benimkini yaktı. Elektrik çarpması gibiydi. Sıcaklık elimi ve sonra kolumu vurdu. Bella elini benimkinin altından anında çekti. “Özür dilerim.” diye mırıldandım kenetlenmiş dişlerimin arasından. Bir yere bakma ihtiyacıyla mikroskobu kavradım ve kısa bir süre baktım. Doğruydu. “Profaz.” diye katıldım. Ona bakmak için hala çok huzursuzdum. Dişlerimin arasından mümkün olduğunca sessizce nefes alıp yakıcı susuzluğu görmezden gelmeye çalışarak basit göreve odaklandım, kelimeyi kağıttaki yerine yazdım ve ilk slaydı ikincisiyle değiştirdim. Şimdi ne düşünüyordu? Eline dokunduğumda bu ona nasıl hissettirmişti? Tenim mutlaka buz soğukluğunda olmalıydı – itici. Bu kadar sessiz olmasına şaşırmamalıydı. Slayda bir bakış attım. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:25 pm | |
| “Anafaz.” dedim kendi kendime, kelimeyi ikinci satıra yazarken. “Bakabilir miyim?” diye sordu. Döndüm ve onu beklentiyle, bir eli mikroskoba doğru uzanmış şekilde görünce şaşırdım. Korkmuş görünmüyordu. Gerçekten cevabı yanlış verdiğimi mi düşünmüştü? Mikroskobu ona doğru kaydırdığımda yüzündeki umutlu ifadeye gülümsemekten kendimi alıkoyamadım. Merceğe çabucak solan bir istekle baktı. Ağzının kenarları aşağı doğru indi. “Üçüncü slayt?” diye sordu mikroskoptan gözlerini ayırmadan; ama elini uzatarak. Slaydı, tenimin onunkine yaklaşmasına izin vermeyerek eline bıraktım. Yanında oturmak bir ısıtıcının yanında oturmak gibiydi. Daha yüksek bir sıcaklığa doğru hafifçe ısındığımı hissedebiliyordum. Slayda çok uzun süre bakmadı. “İnterfaz.” dedi kayıtsızca – muhtemelen sesinin kulağa böyle gelmesi için çok uğraşarak – ve mikroskobu bana itti. Kağıda dokunmayıp benim cevabı yazmamı bekledi. Kontrol ettim – yine doğruydu. Böyle bitirdik, birkaç kelime konuşup birbirimizin gözleriyle buluşmadan. Bitiren tek çifttik – diğerleri deneyle ilgili zorluk çekiyordu. Mike Newton ise odaklanma konusunda problem yaşıyor gibi görünüyordu – beni ve Bella’yı izlemeye çalışıyordu. Keşke gittiği yerde kalsaydı, diye düşündü beni gözetleyerek. Hmm, ilginç. Oğlanın bana karşı kötü hisler beslediğinin farkına varmamıştım. Bu yeni bir gelişmeydi, yaklaşık olarak kızın gelişi kadar. Daha da ilginci, şaşırarak, bu hissin karşılıklı olduğunu fark etmiştim. Tekrar kıza baktım, sıradan, tehditsiz ortaya çıkışına karşın, hayatıma darbe vuruyor olması beni sersemletti. Mike’ın ne hakkında konuşup durduğunu anlıyordum ama. Aslında oldukça güzeldi… alışılmadık bir şekilde. Güzel olmaktan da iyisi, yüzü ilginçti. Pek simetrik değildi – dar çenesi geniş elmacık kemikleriyle dengeli değildi; rengi ölçüsüzdü – teni ve saçı, açık-koyu tezatı oluşturuyordu; ve sonra gözleri vardı, sessiz sırlarla dolu gözler… Aniden benimkileri delmeye başlayan gözler. O sırlardan birini tahmin etmeye çalışarak ben de ona baktım. “Lens mi taktın?” diye sordu aniden.
...................................................................................
Ne kadar garip bir soru. “Hayır.” Görüşümü geliştirme fikrine neredeyse gülümsedim. “Ah,” diye mırıldandı. “Gözlerinle ilgili bir değişiklik olduğunu düşünmüştüm.” Bugün sırları açığa çıkarmaya çalışan tek kişi olmadığımı anladığımda aniden tekrar soğuk hissettim. Omuz silktim ve öğretmenin dolaştığı yere doğru baktım. Tabii ki son baktığından beri gözlerimde bir değişiklik vardı. Kendimi bugünün işkencesine, ayartısına hazırlamak için, bütün hafta sonumu avlanarak geçirmiştim, susuzluğumu mümkün olduğunca gidermiş, gerçekten abartmıştım. Kendimi hayvanların kanıyla doldurmuştum; ama bu etrafındaki havada yüzen aşırı lezzetle yüzleşmekte pek bir değişiklik yaratmamıştı. Ona en son baktığımda, gözlerim susuzlukla simsiyahtı. Şimdi, vücudum kan içinde yüzerken, sıcak bir altın rengindeydiler. Susuzluğumu söndürmede aşırıya kaçtığım girişimim sayesinde açık kehribardılar. Başka bir hata. Eğer sorusunda ne kastettiğini görmüş olsaydım, ona sadece evet diyebilirdim. İki yıldır, bu okulda insanların yanında oturmuştum ve o, beni göz rengimdeki değişimi fark edecek kadar dikkatle inceleyen ilk kişiydi. Diğerleri, ailemin güzelliğine hayran kalırken, bakışlarına karşılık verdiğimizde çabucak gözlerini kaçırırlardı. Anlamamak için, görünüşümüzün detaylarını içgüdüsel bir çabayla bloke ederlerdi. Görmezden gelmek insan zihni için mutluluktu. Niye çok fazla şey gören, bu kız olmak zorundaydı? Bay Banner masamıza yaklaştı. Getirdiği temiz hava dalgasını, Bella’nın kokusuyla karışmadan önce minnettarlıkla içime çektim. “Yani Edward,” dedi cevaplarımıza bakarak, “Isabella’nın mikroskoba bakmak için bir şansı olması gerektiğini düşünmedin mi?” “Bella.” diye düzelttim onu refleks olarak. “Aslında, beş taneden üçünü o tanımladı.” Bay Banner’ın düşünceleri, kıza dönerken şüpheliydi. “Bu deneyi daha önce yaptın mı?” Kendimi kaptırmış halde, gülümser ve hafifçe utanmış gözükürken onu izledim. “Soğan köküyle değil.” “Balık embriyosuyla mı?” “Evet.” Bu onu şaşırttı. Bugünün deneyi ileri bir programdan aldığı bir şeydi. Kıza düşünceli düşünceli başını salladı. “Phoenix’de ileri bir programda mıydın?” “Evet.” İleriydi o zaman, bir insana göre zekiydi. Bu beni şaşırtmadı. “Pekala,” dedi Bay Banner dudaklarını büzerek. “Sanırım ikinizin laboratuar partneri olmanız iyi.” Döndü ve söylenerek uzaklaştı. “Bu sayede diğer çocukların kendileri için bir şey öğrenme şansı olabilir.” Kızın bunu duyabildiğinden şüpheliydim. Dosyasına tekrar spiraller karalamaya başladı. Bir saatte iki hata çok fazlaydı. Benim tarafımda çok zayıf bir gösteriydi. Kızın hakkımda ne düşündüğü hakkında hiçbir fikrim olmasa da – ne kadar korkuyor, ne kadar şüpheleniyor? – onu yeni bir izlenimle bırakmak için daha çok çabalamam gerektiğini biliyordum. Son, vahşi karşılaşmamızla ilgili anıları daha iyi bastırmalıydım. “Karın durması çok kötü oldu, değil mi?” dedim bir düzine öğrencinin konuştuğunu çoktan duyduğum küçük diyalogu tekrarlayarak. Sıkıcı, standart bir konu. Hava – her zaman güvenli. Bana gözlerinde açık bir şüpheyle baktı – çok normal sözlerime anormal bir tepki. “Pek değil.” dedi beni tekrar şaşırtarak. Konuşmayı bayat yollara sürdüm. Çok daha güneşli, sıcak bir yerden geliyordu – teni beyazlığına rağmen bunu bir şekilde yansıtıyordu – ve soğuk onu mutlaka rahatsız ediyor olmalıydı. Benim buz gibi dokunuşum kesinlikle etmişti. “Soğuğu sevmiyorsun.” diye tahmin yürüttüm. “Ya da ıslaklığı.” “Forks senin için yaşaması zor bir yer olmalı.” Belki de buraya gelmemeliydin, diye eklemek istedim. Belki de ait olduğun yere geri gitmelisin. Bunu istediğimden emin değildim gerçi. Kanının kokusunu her zaman hatırlayacaktım – onu er ya da geç takip etmeyeceğimin bir garantisi var mıydı? Ayrıca, eğer giderse zihni her zaman bir gizem olarak kalacaktı. Değişmez, daima rahatsız edici bir muamma. “Hem de nasıl.” dedi alçak bir sesle. Cevapları hiçbir zaman benim beklediklerim değildi. Daha çok soru sormak istememe neden oluyorlardı. “Niye buraya geldin o zaman?” diye sordum ve sesimin birdenbire çok suçlayıcı olduğunun, diyalog için yeterince sıradan olmadığının farkına vardım. Sesim kaba ve meraklı çıkmıştı. “Bu… karışık.” Büyük gözlerini kırpıştırdı, konuyu orada bıraktı ve ben neredeyse meraktan patlayacaktım – merak boğazımdaki susuzluk kadar sıcak bir şekilde beni yakıyordu. Aslında, nefes almanın biraz daha kolaylaştığını; ıstırabın onu tanıdıkça daha katlanılır hale geldiğini fark ettim. “Sanırım anlayabilirim.” diye ısrar ettim. Belki genel nezaket, ben sormak için yeterince kaba oldukça, onun sorularımı cevaplamaya devam etmesini sağlayabilirdi. Sessizce ellerine baktı. Bu beni sabırsızlandırdı; elimi çenesinin altına koyup başını kaldırmak istedim, gözlerini okuyabilmek için; ama onun tenine tekrar dokunmak aptalca – tehlikeli – olurdu. Aniden yukarı baktı. Gözlerindeki duyguları görebilmek bir rahatlıktı. Aceleyle konuştu. “Annem tekrar evlendi.” Ah, bu yeterince insancaydı, anlaması kolaydı. Duru gözlerinden üzüntü geçti. “Bu o kadar karmaşık gözükmüyor.” dedim. Sesim çaba sarf etmeden nazik çıkmıştı. Üzüntüsü beni garip bir şekilde aciz bırakmıştı, ona daha iyi hissettirmek için yapabileceğim bir şey olmasını diliyordum. Garip bir dürtü. “Ne zaman oldu?” “Geçen eylül.” Derin bir nefes aldı. Sıcak soluğu yüzümü okşarken nefesimi tuttum. “Ve sen onu sevmiyorsun.” diye tahmin ettim, daha çok bilgi alabilmek için uğraşarak. “Hayır, Phil iyidir.” dedi sanımı düzelterek. Dudaklarının kenarında bir gülümseme izi vardı. “Çok genç belki; ama yeterince iyi.” Bu, kafamda kurduğum senaryoya uymuyordu. “Niye onlarla kalmadın o zaman?” dedim, sesim biraz fazla meraklı çıkmıştı. İşine burnumu sokuyorum gibi gözüküyordu, ki öyle yapıyordum itiraf etmek gerekirse. “Phil sık sık seyahat eder. Geçimini futboldan sağlıyor.” Küçük gülümsemesi büyüdü; bu kariyer seçimi onu eğlendirmişti. Elimde olmadan ben de gülümsedim. Onu rahat ettirmeye çalışmıyordum. Sadece, gülümsemesi benim de gülmemi sağlamıştı. “İsmini duydum mu?” | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:25 pm | |
| “Muhtemelen hayır. Pek iyi oynamaz.” Başka bir gülümseme. “İkinci ligde oynuyor. Çok seyahat etmesi gerekiyor.” O anda, yeni bir senaryo hayal ediyordum. “Ve annen onunla seyahat edebilmek için seni buraya yolladı.” dedim. Tahminler, ondan soruların aldığından daha çok bilgi alıyordu. Tekrar işe yaradı. Yüz ifadesi birdenbire inatçılaştı. “Hayır, beni o göndermedi.” dedi. Sesi sertti. Tahminim onu üzmüştü; ama nasıl olduğunu pek göremiyordum. “Ben kendimi gönderdim.” Neyi kastettiğini ya da gücenmesinin sebebini tahmin edemedim. Tamamen geri kalmıştım. Bu yüzden pes ettim. O, diğer insanlar gibi değildi. Belki de düşüncelerinin sessizliği ve kokusu onunla ilgili tek alışılmadık şeyler değildi. “Anlamadım.” diye itiraf ettim, kabul etmek zorunda kalmaktan nefret ederek. İçini çekti ve gözlerime normal insanların katlanabileceğinden uzun bir süre baktı. “İlk başta benimle kaldı; ama onu özlüyordu.” dedi yavaşça, sesi her kelimeyle gittikçe daha ümitsizleşiyordu. “Bu onu mutsuz etti… o yüzden ben de Charlie’yle biraz zaman geçirmenin vaktinin geldiğine karar verdim.” Kaşlarının arasındaki kıvrım derinleşti. “Ama şimdi sen mutsuzsun.” diye mırıldandım. Tepkilerini öğrenebilme umuduyla, hipotezlerimi sesli söylemekten kendimi alamıyordum. Bu seferki gerçekten pek uzak değildi. “Ve?” dedi, sanki bu üzerinde düşünülmeyecek bir şeymiş gibi. Ruhunda bir anlığına, ilk defa bir şey gördüğümü hissederek gözlerine bakmaya devam ettim. İnsanların çoğunluğunun aksine, kendi ihtiyaçları listenin çok altlarındaydı. Fedakardı. Bunu gördüğümde, bu sessiz zihnin içinde saklanan kişinin gizemi biraz zayıflamaya başladı. “Adil görünmüyor.” dedim. Sıradan gözükmeye, merakımın yoğunluğunu saklamaya çalışarak omuzlarımı silktim. Güldü; ama sesinde eğlence yoktu. “Kimse sana söylemedi mi? Hayat adil değildir.” Sözlerine gülmek istedim; ama ben de gerçekten eğlenmemiştim. Hayatın adaletsizliğiyle ilgili biraz bilgim vardı. “Sanırım bunu daha önce bir yerlerde duymuştum.” Kafası karışmış görünerek bana baktı. Gözleri hızla uzağa gitti ve sonra tekrar benim gözlerimle buluştu. “İşte bu kadar.” dedi bana. Ama ben bu konuşmayı bitirmeye hazır değildim. Kaşlarının arasındaki, kederinin kalıntısı olan o küçük V, beni rahatsız ediyordu. Parmaklarımın ucuyla onu düzleştirmek istedim; ama tabii ki, ona dokunamazdım. Pek çok yönden tehlikeliydi. “İyi bir oyun çıkardın.” dedim yavaşça, hala bir sonraki tezimi düşünerek. “Ama bahse girerim ki, insanların görmesine izin verdiğinden çok daha fazla acı çekiyorsun.” Gözlerini kısıp, dudaklarını bükerek yüzünü buruşturdu ve sınıfın önüne baktı. Doğru tahmin ettiğimde sevinmiyordu. Sıradan bir mağdur değildi – acısına izleyici istemiyordu. “Haksız mıyım?” Hafifçe irkildi; ama beni duymamış gibi davrandı. Bu gülümsememe neden oldu. “Ben de öyle düşünmüştüm.” “Seni niye ilgilendiriyor ki?” diye sordu hala uzağa bakarak. “Bu çok güzel bir soru.” diye itiraf ettim, daha çok kendime cevap vererek. Sezgileri benimkinden iyiydi – ben kenarlarda bocalar, ipuçlarını körü körüne incelerken, o direkt özü görüyordu. Onun son derece insanca olan hayatının ayrıntıları beni ilgilendirmemeliydi. Onun ne düşündüğünü umursamak yanlıştı. Ailemi şüphelerden korumanın ötesinde, insan düşünceleri önemli değildi. Kız iç çekti ve sınıfın önüne doğru ters ters baktı. Sinirlenmiş ifadesiyle ilgili bir şey gülünçtü. Bütün bu durum, bütün konuşma gülünçtü. Kimse benden dolayı bu kızın olduğu kadar büyük bir tehlike içinde olmamıştı – her an, diyalogla gülünç bir şekilde meşgul olduğum için dikkatim dağılabilir, burnumdan nefes alabilir ve kendimi durduramadan ona saldırabilirdim – ve o ben sorusuna cevap vermediğim için sinirlenmişti. “Seni rahatsız mı ediyorum?” diye sordum bunun saçmalığına gülümseyerek. Bana hızlıca baktı ve gözleri bakışımla kapana kısılmış biri göründü. “Tam olarak değil,” dedi. “Daha çok kendimden rahatsız oluyorum. Yüzümü okumak çok kolay – annem bana her zaman ‘açık kitabım’ der.” Canı sıkılarak kaşlarını çattı. Ona hayretle baktım. Üzülmesinin sebebi onun içini çok kolayca gördüğümü düşünmesiydi. Ne garip. Birini anlamak için hiç bu kadar çok çaba sarf etmemiştim hayatım boyunca – ya da varlığım boyunca, zira hayat pek de doğru kelime değildi. Benim hakikaten bir hayatım yoktu. “Aksine,” dedim garip bir şekilde… ihtiyatla, sanki göremediğim gizli bir tehlike varmış gibi. Birdenbire sınırdaydım, önsezi beni endişelendiriyordu. “Bence sen okunması çok zor birisin.” “O zaman sen iyi bir okuyucu olmalısın,” dedi, tahminiyle yine tam hedeften vurmuştu. “Genellikle.” diye katıldım. Sonra dudaklarımı, arkasındaki keskin dişleri göstermelerine izin verip geriye doğru çekerek ona genişçe gülümsedim. Bu aptalcaydı; ama aniden, beklenmedik bir şekilde ona bir uyarı vermek için çaresizdim. Vücudu öncekinden daha yakındı, konuşma boyunca bilinçsizce bana doğru yönelmişti. İnsanlığın kalanını korkutmaya yeterli olan küçük işaretler onun üzerinde işliyor gibi görünmüyordu. Niye dehşetle benden geri kaçmıyordu? Şüphesiz karanlık yanımı tehlikeyi anlayacak kadar görmüştü. Uyarımın istediğim etkiyi yapıp yapmadığını göremedim. Bay Banner sınıfın dikkatini istedi ve o da hemen benden uzağa döndü. Kesintiden dolayı biraz rahatlamış görünüyordu, o zaman belki de bilinçsizce anlamıştı. Anlamış olduğunu umdum. Engellemek istesem bile içimde büyüyen büyük merakı tanıdım. Bella Swan’ı ilginç bulacak durumda değildim, ya da daha doğrusu, o bu durumda değildi. Şimdiden, başka bir konuşma şansı için heyecanlıydım. Annesiyle, buraya gelmeden önceki hayatıyla, babası ile olan ilişkisiyle ilgili daha çok şey öğrenmek istiyordum. Karakterini daha çok ortaya çıkaracak her anlamsız ayrıntıyı… ama onunla geçirdiğim her saniye bir hataydı, almaması gereken bir risk. Dalgınlıkla, gür saçını tam da ben kendime başka bir soluk için izin verdiğim sırada arkaya attı. Kokusunun özellikle yoğun bir dalgası boğazımın arkasına darbe indirdi. İlk günkü gibiydi – harap edici mermi gibi. Yakıcı susuzluğun acısı başımı döndürdü. Kendimi sırada tutabilmek için yine masayı kavramam gerekti. Bu sefer biraz daha kontrollüydüm, en azından hiçbir şey kırmadım. İçimdeki canavar homurdandı; ama acımdan memnun kalmadı. Çok sıkı bağlıydı. Şu anda. Nefes almayı tamamen bıraktım ve kızdan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Hayır, onu büyüleyici bulmayı göze alamazdım. Onu ne kadar ilginç bulursam, öldürme ihtimalim de o kadar artardı. Bugün, çoktan iki küçük hata yapmıştım. Üçüncü bir tane daha yapar mıydım, küçük olmayanı? Zil çalar çalmaz, sınıftan dışarı fırladım – muhtemelen ders boyunca ancak yarım olarak verdiğim kibar izlenimi yok ederek. Tekrar, dışarıdaki iyileştirici, temiz ve ıslak havayı içime çektim. Kız ile arama mümkün olduğunca daha çok mesafe koymak için acele ettim.
........................................
Emmett beni İspanyolca sınıfının kapısında beklemişti. Vahşi ifademi bir an inceledi. Nasıl gitti? diye merak etti ihtiyatla. “Kimse ölmedi.” dedim mırıldanarak. Sanırım bu da bir şey. Alice’in sonlarda dersi astığını gördüğümde düşündüm ki… Sınıfa yürürken kafasındaki kısa zaman öncesine ait, son sınıfının açık kapısından gördüğü anıyı izledim: Alice hızla ve boş bir yüzle fen binasına doğru yürüyordu. Hatırladığı, kalkıp ona katılma isteğini hissettim ve sonra kalma kararını. Eğer Alice onun yardımını isteseydi, söylerdi… Sırama çökerken gözlerimi dehşet ve tiksinmeyle kapattım. “Bu kadar yakın olduğunu anlamamıştım. Yapacağımı düşünmemiştim… Bu kadar kötü olduğunu görmemiştim.” dedim fısıldayarak. Değildi, diye güvence verdi bana. Kimse ölmedi değil mi? “Doğru.” dedim dişlerimin arasından. “Bu sefer değil.” Belki gittikçe kolaylaşır. “Tabii.” Ya da belki onu öldürürsün. Omuz silkti. İşleri eline yüzüne bulaştıran ilk kişi olmazsın. Kimse seni çok sertçe yargılamaz. Bazen bir insan sadece çok güzel kokar. Bu kadar uzun dayanabilmenden bile etkilendim. “Yardımcı olmuyorsun Emmett.” Kızı öldüreceğimi, bunun bir şekilde kaçınılmaz olduğunu kabul edişinden dehşete düştüm. Çok güzel kokması onun suçu muydu? Bana olduğunu biliyorum…, anılarına döndü, beni kendiyle beraber yarım yüzyıl geriye, orta yaşlı bir kadının elma ağaçları arasına gerili ipten kuru çamaşırlarını topladığı loş bir taşra sokağına götürdü. Elmaların kokusu havada yoğundu – hasat zamanı geçmişti ve atılmış meyveler yere yayılmıştı, çürükleri kokularını yoğun bulutlar halinde salıyordu. Taze biçilen kuru ot kokusu, bu kokunun arka planındaydı, bir karışım. Rosalie için bir iş yaparken kadının hiçbir şekilde farkında olmayarak,. Gökyüzü yukarıda mor, batı ağaçlarının üstünde turuncuydu. Kıvrımlı yolda yürümeye devam etti ve bu akşamı hatırlamak için hiçbir sebep yok gibi gözüktü, ani bir akşam esintisinin beyaz çarşafları yelken gibi uçurup, kadının kokusunu Emmett’in yüzüne göndermesi dışında. “Ah.” diye inledim sessizce. Sanki kendi hatırladığım susuzluk yeterli değilmiş gibi. Biliyorum. Yarım saniye sürmedi. Karşı koymayı düşünmedim bile. Anısı katlanabileceğimden çok daha net hale geldi. Ayaklarımın üzerine zıpladım, dişlerim birbirine çeliği kesecek kadar sert kilitlenmişti. “Esta bien, Edward?” diye sordu Senora Goff, ani hareketimden şaşkınlığa uğrayarak. İfademi onun zihninde görebiliyordum ve yüzümün iyi olmaktan çok uzak olduğunu biliyordum. “Me perdona.” diye mırıldandım kapıdan dışarı fırlarken. “Emmett – por favor, puedas tu ayuda a tu hermano?” diye sordu. “Tabii,” dediğini duydum Emmett’in, sonrasında tam arkamdaydı. Binanın uzak tarafına kadar beni takip etti ve yakalayıp elini omzuma koydu. Elini gereksiz bir kuvvetle ittim. Bu, bir insan elindeki ve onlara bağlı kol kemiklerini kırardı. “Özür dilerim Edward.” “Biliyorum.” Havayı derin derin içime çektim, kafamı ve ciğerlerimi temizlemeye çalıştım. “O kadar kötü mü?” diye sordu anısındaki kokuyu düşünmemeye çalışıp, pek başarılı olamayarak. “Daha kötü Emmett, daha kötü.” Bir anlığına sessizdi. Belki… “Hayır, daha iyi olmaz. Sınıfa dön Emmett. Yalnız kalmak istiyorum.” Başka bir söz söylemeden ya da düşünmeden döndü ve hızlıca uzaklaştı. İspanyolca öğretmenine hasta olduğumu ya da dersi astığımı ya da tehlikeli şekilde kontrolden çıkmış bir vampir olduğumu söyleyecekti. Mazereti gerçekten fark eder miydi? Belki geri dönmeyecektim, belki gitmek zorunda kalacaktım. Tekrar arabama girdim, okulun bitmesini beklemek için. Saklanmak için. Yine. Zamanı kararlar vermekle ya da çözümümü desteklemekle harcamalıydım; ama tıpkı bir bağımlı gibi, kendimi okul binalarından gelen düşünceleri dinlerken buldum. Aşina sesler ileri çıktı; ama o anda Alice’in gelecek görüşlerini ya da Rosalie’nin şikayetlerini dinlemek istemiyordum. Jessica’yı kolayca buldum; fakat kız onunla değildi, o yüzden aramaya devam ettim. Mike Newton’ın düşünceleri dikkatimi çekti ve sonunda onunla bağlantı kurabildim. Mike mutsuzdu, çünkü bugün Biyoloji’de Bella’yla konuşmuştum. Konuyu açtığında kızın verdiği cevabı kafasından tekrar geçiriyordu. "Onun burada kimseyle bir kelimeden fazla konuştuğunu görmemiştim. Tabii ki, Bella’yı ilginç bulmaya karar verdi. Ona bakışını hiç beğenmiyorum; ama Bella onun hakkında pek heyecanlı gözükmüyordu. Ne söylemişti? “Geçen pazartesi nesi olduğunu merak ettim.” Onun gibi bir şey. Umurundaymış gibi gözükmemişti. Pek konuşma olmuş olamaz…" | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:25 pm | |
| Kendini karamsarlığından o şekilde kurtardı, Bella’nın benimle olan diyaloguyla ilgilenmediği fikriyle neşelendi. Bu beni kabul edilebilir düzeyin bayağı üzerinde rahatsız etti, o yüzden onu dinlemeyi bıraktım. Müzik setine sert bir müzik CD’si taktım ve diğer sesleri boğana kadar sesini açtım. Kendimi Mike Newton’ın düşüncelerine geri dönmekten, kızı gözetlemekten alıkoymak için çok fazla odaklanmam gerekti. Saat bitmek üzereyken birkaç kere hile yaptım. Gözetlemek değil, diye ikna etmeye çalıştım kendimi. Beden dersinden ne zaman çıkacağını, park yerine ne zaman varacağını bilmem gerekiyordu. Beni hazırlıksız yakalamasını istemiyordum. Öğrenciler spor salonunun kapılarından çıkmaya başladığında, neden yaptığımdan emin olmayarak arabadan dışarı çıktım. Yağmur hafifti – saçımı yavaşça ıslatmaya başladığında görmezden geldim. Onun beni burada görmesini mi istiyordum? Gelip benimle konuşmasını mı umuyordum? Ben ne yapıyordum? Davranışımın yanlış olduğunu bilerek kendimi arabaya geri girmek için ikna etmeye çalışmama rağmen, hareket etmedim. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve onun, dudakları kenarlarından aşağıya kıvrılmış bir halde bana doğru yavaşça yürümesini izlerken hafifçe nefes aldım. Bana bakmadı. Bulutlara, sanki onu gücendirmişler gibi yüzünü buruşturarak birkaç kere göz attı. Yanımdan geçmek zorunda kalmadan arabasına ulaştığında hayal kırıklığına uğradım. Benimle konuşur muydu? Ben onunla konuşur muydum? Soluk kırmızı bir Chevy kamyonete bindi, paslanmış, babasından daha yaşlı dev bir canavar. Motoru çalıştırmasını izledim – eski motor park yerindeki diğer araçlardan daha yüksek sesle kükredi – sonra ellerini ısıtıcının önüne uzattı. Soğuk onun için rahatsız ediciydi – sevmiyordu. Parmaklarıyla saçlarını ayırdı, buklelerini, sanki onları kurutmak istiyormuş gibi sıcak hava dalgasına doğru getirdi. Kamyonetin içinin nasıl kokacağını hayal ettim ve sonra hızlıca bu düşünceyi bastırdım. Geri gitmeye hazırlanırken etrafına göz gezdirdi ve sonunda yönüme doğru döndü. Bana sadece yarım saniye boyunca baktı, gözlerini kaçırıp kamyoneti geriye doğru sürmeden önce gözlerinde okuyabildiğim tek şey şaşkınlıktı. Ve sonra yine durdu, kamyonetin arkası Eric Teague’ı santimlerle sıyırmıştı. Ağzı üzüntüyle açılarak dikiz aynasından baktı. Diğer araba arkasından geçtiğinde, bütün kör noktaları iki kere kontrol etti ve park yerinden o kadar dikkatle çıktı ki sırıtmama neden oldu. Sanki eski kamyonetinin içinde tehlikeli olduğunu düşünüyormuş gibiydi. Bella Swan’ın ne sürüyor olursa olsun, herhangi birine tehlikeli olması düşüncesi, kız dosdoğru ileri bakarak önümden geçtiğinde beni kahkahalarla güldürdü. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:26 pm | |
| 3. Olağanüstü Olay
Aslında susamamıştım; ama o gece tekrar avlanmaya karar verdim. Küçük bir önlem, yetersiz olacağını bilmeme rağmen. Carlisle benimle geldi; Denali’den döndüğümden beri hiç yalnız kalmamıştık. Kara ormanda beraber koşarken, onun geçen haftaki acele vedayı düşündüğünü duydum. Anısında, yüz hatlarımın çaresizlikle kıvrandığını gördüm. Şaşkınlığını ve ani endişesini hissettim. “Edward?” “Gitmeliyim Carlise. Gitmek zorundayım, şimdi.” “Ne oldu?” “Hiçbir şey. Henüz. Ama olacak, eğer kalırsam.” Koluma uzanmıştı. Elinden çekindiğimde onu nasıl incittiğimi hissettim. “Anlamıyorum.” “Sen hiç… hiçbir zaman…” Kendimi derin bir nefes alırken izledim, derin endişesinden doğru gözlerimdeki vahşi ışığı gördüm. “Hiç sana diğerlerinden daha güzel kokan biri oldu mu? Çok daha güzel? “Ah.” Anladığını gördüğümde, yüzüm utançla düşmüştü. Bana dokunmak için uzanmış, tekrar geri çekilmemi görmezden gelerek sol elini omzuma koymuştu. “Direnmek için yapman gerekeni yap oğlum. Seni özleyeceğim. İşte, benim arabamı al. O daha hızlı.” Şimdi, o zaman beni göndererek doğru şeyi yapıp yapmadığını merak ediyordu. Güvensizliğiyle beni incitip incitmediğini. “Hayır.” diye fısıldadım koşarken. “İhtiyacım olan şey oydu. Eğer kalmamı söyleseydin, güvenine kolaylıkla ihanet edebilirdim.” “Acı çektiğin için üzgünüm Edward; ama Swan kızını hayatta tutabilmek için yapman gerekeni yapmalısın. Tekrar gitmemiz gerekse bile.” “Biliyorum, biliyorum.” “Niye geri geldin? Burada olmandan mutlu olduğumu biliyorsun; ama eğer çok zorsa…” “Ödlek gibi hissetmeyi sevmiyorum.” diye itiraf ettim. Yavaşladık – şimdi karanlığın içinde tempolu koşuyorduk. “Onu tehlikeye atmaktan daha iyidir. Bir ya da iki sene sonra gitmiş olacak.” “Haklısın, bunu biliyorum.” Aksine, kelimeleri beni sadece kalmaya daha istekli hale getirdi. Kız bir ya da iki sene içinde gidecekti… Carlisle koşmayı bıraktı ve ben de onunla birlikte durdum; ifademi incelemek için döndü. Ama kaçmayacaksın değil mi? Başımı eğdim. Gurur mu Edward? Bunda utanılacak hiçbir şey– “Hayır, beni burada tutan gurur değil. Şimdi değil.” Gidecek yerin olmaması mı? Kısaca güldüm. “Hayır. Bu beni durdurmazdı, eğer kendimi gönderebilseydim.” “Seninle geliriz tabii ki, eğer ihtiyacın olan buysa. Sadece sorman gerekli. Sen kalanı için şikayet etmeden taşındın. Sana bunu çok görmezler.” Kaşımı kaldırdım. Güldü. “Evet, Rosalie görebilir; ama sana borcu var. Zaten şimdi ayrılmamız bir hayat sonlandıktan sonra gitmemizden daha iyi, hiç hasar vermeden.” Sona doğru bütün mizah silinmişt. Kelimelerinden irkildim. “Evet.” diye katıldım. Sesim boğuk çıktı. Ama gitmiyorsun? İç çektim. “Gitmeliyim.” “Seni burada tutan ne Edward? Anlayamıyorum…” “Açıklayıp açıklayamayacağımı bilmiyorum.” Kendime bile. Hiçbir mana çıkartamıyordum. Uzun bir süre yüz ifademi ölçtü. Hayır, anlayamıyorum; ama eğer istersen mahremiyetine saygı duyarım. “Teşekkürler. Bu çok cömertçe, benim kimseye mahremiyet vermediğimi düşünürsek.” Bir istisna dışında… ve onu bu özellikten mahrum bırakabilmek için elimden geleni yapıyordum değil mi? Hepimizin acayiplikleri var. Tekrar güldü. Başlayalım mı? Küçük bir geyik sürüsünün kokusunu yakalamıştı. Çok fazla istek duymak zordu, en iyi şartlar altında bile, ağız sulandırıcı bir aroma değildi. Şu anda, kızın kanının anısı zihnimdeyken, koku aslında midemi bulandırıyordu. İç çektim. “Başlayalım.” deyip kabul ettim, boğazımdan daha fazla kan geçmesinin çok az yardım edeceğini bilmeme rağmen. İkimiz de avlanmak üzere çömeldik ve çekici olmayan kokunun bizi sessizce ileri götürmesine izin verdik. Eve döndüğümüzde daha soğuktu. Eriyen kar donmuştu; sanki ince bir tabaka cam her şeyi kaplamış gibiydi – her çam iğnesini, her eğreltiotu yaprağını, her çimi buz tutmuştu. Carlisle hastanedeki erken mesaisi için giyinmeye gittiğinde, nehrin kıyısında kalıp güneşin doğmasını bekledim. Tükettiğim kan miktarı nedeniyle neredeyse şişmiş hissediyordum; ama kızın yanına tekrar oturduğumda bunun çok az şey ifade edeceğini biliyordum. Üzerine oturduğum taş kadar soğuk ve hareketsiz halde buzlu kıyının yanında akan karanlık suyu izledim. Carlisle haklıydı. Forks’tan ayrılmalıydım. Yokluğumu açıklamak için bir öykü yayabilirlerdi. Avrupa’da yatılı okul. Uzak akrabaları ziyaret. Ergen kaçak. Hikayenin bir önemi yoktu. Kimse çok derin sorgulamazdı. Sadece bir ya da iki yıl, ve sonra kız kaybolacaktı. Hayatına devam edecekti – devam edeceği bir hayatı olacaktı. Bir yerlerde üniversiteye gidecek, yaşlanacak, bir kariyere başlayacak, belki de biriyle evlenecekti. Bunu resmedebiliyordum – kızı, beyazlar içinde, kolu babasınınkinde, ölçülü adımlarla yürürken görebiliyordum. Garipti, bu görüntünün bana verdiği acı. Anlayamadım. Benim asla sahip olamayacağım bir geleceği olduğu için onu kıskanıyor muydum? Bu mantıklı gelmiyordu. Etrafımdaki insanların her birinin önünde aynı potansiyel vardı – bir hayat – ve ben onlara imrenmeyi nadiren bırakıyordum. Onu geleceğine bırakmalıydım, hayatını riske atmayı kesmeliydim. Doğru olan buydu. Carlisle her zaman doğru yolu seçerdi. Şimdi onu dinlemeliydim. Güneş bulutların arkasında doğdu ve zayıf ışık, donmuş bütün camı parıldattı. Bir gün daha, diye karar verdim. Onu bir kere daha görecektim. Bunun üstesinden gelebilirdim. Belki kararlaştırılmış gidişimden bahseder, hikayeyi yaratırdım. Bu zor olacaktı; şimdiden bana kalmak için mazeretler düşündüren kuvvetli isteksizliği hissedebiliyordum – mühleti uzatmak için, iki gün, üç, dört… ama doğru olanı yapacaktım. Carlisle’ın öğüdüne güvenebileceğimi biliyordum, kendi başıma doğru kararı verebilmek için fazla çekişme içinde olduğumu da. Çok fazla çekişme içinde. Bu isteksizliğin ne kadarı saplantı haline gelmiş merakımdan, ne kadarı tatmin olmamış susuzluğumdan geliyordu? Okula gitmeden üzerimi değiştirmek için eve girdim. Alice üçüncü katın kenarında, en üst basamakta oturmuş beni bekliyordu. Yine gidiyorsun, diye suçladı. İç çektim ve başımı salladım. Bu sefer nereye gittiğini göremiyorum. “Henüz nereye gideceğimi bilmiyorum.” dedim fısıldayarak. Kalmanı istiyorum. Kafamı iki yana salladım. Belki Jazz ile ben seninle geliriz? “Eğer onları gözetmek için burada olmazsam sana daha çok ihtiyaçları olacak. Ayrıca Esme’yi düşün, ailesinin yarısını ondan bir hamlede alabilir misin?” Onu çok üzeceksin. “Biliyorum. İşte bu yüzden sizin kalmanız gerekli.” Senin burada olmanla aynı değil, bunu biliyorsun. “Evet; ama doğru olanı yapmak zorundayım.” Pek çok doğru ve pek çok yanlış yol var gerçi, değil mi? Kısa bir anlığına garip görüşlerinden birine sürüklenmişti; belirsiz görüntüler gelip geçer ve dönerken onunla birlikte izledim. Kendimi anlam veremediğim garip gölgelerin arasında gördüm – sisli, kesin olmayan şekiller. Sonra, aniden tenim küçük, açık bir çayırlıkta, parlak gün ışığında parıldıyordu. Burası bildiğim bir yerdi.Çayırlıkta benimle birlikte bir figür vardı; ama yine, belirsizdi, tanınacak kadar orada değildi. Görüntüler, milyonlarca küçük seçim geleceği tekrar düzenlerken titredi ve kayboldu. “Pek bir şey yakalayamadım.” dedim Alice’e, görüşleri karardığında. Ben de. Geleceğin o kadar çok değişiyor ki, hiçbirine yetişemiyorum; ama sanırım… Durakladı ve benimle ilgili yakın zamanlı başka görüşlerini kafasından geçirdi. Hepsi aynıydı – bulanık ve belirsiz. “Sanırım bir şey değişiyor gerçi” dedi sesli olarak. “Hayatın bir dönüm noktasında gibi görünüyor.” Vahşice güldüm. “Karnavallardaki sahte çingeneler gibi konuştuğunun farkındasın değil mi?” Bana dil çıkardı. “Bugün sorun yok ama, değil mi?” dedim, sesim aniden kaygılı hale gelmişti. “Kimseyi öldürdüğünü görmüyorum.” diye temin etti beni. “Teşekkürler Alice.” “Git giyin. Ben hiçbir şey söylemeyeceğim – sen hazır olduğun zaman diğerlerine söylersin.” Ayağa kalktı ve merdivenlerden aşağı ok gibi fırladı, omuzları biraz kamburlaşmıştı. Seni özleyeceğim. Gerçekten. Evet, ben de onu gerçekten özleyecektim. Okula sessizlik içinde gittik. Jasper, Alice’in bir şeye üzüldüğünü söyleyebilirdi; ama eğer konuşmak isteseydi çoktan anlatmış olacağını biliyordu. Emmett ile Rosalie hiçbir şeyin farkında değillerdi, anlarından birini yaşıyor, birbirlerinin gözlerine hayranlıkla bakıyorlardı – dışarıdan izlendiğinde oldukça tiksinçti. Hepimiz birbirlerine nasıl çılgınca aşık olduklarının farkındaydık. Ya da belki de sadece ben, yalnız olan tek kişi olduğum için durumu acı karşılıyordum. Bazı günler, üç çift kusursuz eşleşmiş aşıkla yaşamak diğerlerinden daha zordu. Bugün, onlardan biriydi. Belki de, ben şimdiye kadar olmam gereken yaşlı adam gibi ters, sinirli ve kavgacı halde ortalarda dolanmayınca daha mutlu olurlardı. Tabii ki, okula ulaşır ulaşmaz yaptığım ilk şey kızı aramak oldu, sadece kendimi tekrar hazırlamak. Doğru. Dünyamın aniden onun dışında bomboş gözükmesi utandırıcıydı – bütün varlığımın merkezi artık kendim yerine o kızdı. Bunu anlamak kolaydı gerçi, gerçekten; seksen yıl her gün ve gece aynı şeyleri yaşadıktan sonra herhangi bir değişiklik soğurma noktası haline geliyordu. Daha okula varmamıştı; ama uzaktaki kamyonetinin motorunun gök gürültüsüne benzeyen sesini duyabiliyordum. Beklemek için arabaya yaslandım. Diğerleri direkt sınıflarına giderken Alice benimle kaldı. Aşırı düşkünlüğümden sıkılmışlardı – bir insanın, ne kadar nefis kokuyor olursa olsun, ilgimi bu kadar uzun süre çekiyor olması onlara anlaşılmaz geliyordu. Kız yavaşça görüşüme girdi, gözleri dikkatle yoldaydı, elleri direksiyonu sımsıkı kavramıştı. Bir şeyden dolayı gergin görünüyordu. Bunun ne olduğunu anlamam, her insanın ifadesinin benzer olduğunu fark etmem bir saniyemi aldı. Ah, yol buz yüzünden kaygandı ve hepsi daha dikkatli sürmeye çalışıyordu. Riski ciddiye aldığını görebiliyordum. Bu, karakteriyle ilgili öğrendiklerimle uyuşuyordu. Küçük listeme ekledim: Ciddi biriydi, sorumluluk sahibi biri. Benden çok uzağa park etmedi; ama burada durup ona baktığımı henüz fark etmemişti. Ettiğinde ne yapacağını merak ettim. Kızarıp uzaklaşır mıydı? Bu ilk tahminimdi; ama belki bakmaya devam ederdi. Belki gelip benimle konuşurdu. Derin bir nefes alarak umutla ciğerlerimi doldurdum, her ihtimale karşı. Kamyonetinden dikkatle çıkıp, ağırlığını vermeden önce kaygan zemini kontrol etti. Yukarı bakmadı. Bu beni rahatsız etti. Belki ben gidip onunla konuşurdum… Hayır, bu yanlış olurdu. Okula doğru dönmek yerine adımlarına güvenemeyerek kamyonetinin yanına yapışıp aracın arkasına yöneldi. Bu beni gülümsetti ve Alice’in gözlerini yüzümde hissettim. Düşündüğü her neyse onu dinlemedim – kızın kar zincirlerini kontrol edişini izlerken çok eğleniyordum. Ayağının yerde kayış şekline bakılırsa gerçekten düşme tehlikesi var gibi görünüyordu. Başka kimse sorun yaşamıyordu – en kaygan yere mi park etmişti? Yüzünde garip bir ifadeyle orada durakladı. Bu… hassas mıydı? Sanki tekerleklerle ilgili bir şey onu… duygulandırmış gibi? Merak yine susuzluk gibi acıttı. Sanki onun ne düşündüğünü bilmek zorundaymışım gibiydi – sanki başka hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi. Gidip onunla konuşacaktım. Zaten bir ele ihtiyacı varmış gibi görünüyordu, en azından kaygan asfalttan kurtulana kadar. Tabii, ona bunu teklif edemezdim değil mi? Kararsız kalarak durakladım. Kara karşı olan düşüncelerine bakılırsa, soğuk, beyaz elimin dokunuşunu hoş karşılamazdı. Eldiven giymeliydim– “HAYIR!” diye soludu Alice. Anında, zayıf bir seçim yaptığımı ve beni affedilmez bir şey yaparken gördüğünü tahmin ederek düşüncelerini taradım; ama bunun benimle hiçbir ilgisi yoktu.
.................................................................. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:26 pm | |
| Tyler Crowley, park yerine tedbirsiz bir hızla girmeyi seçmişti. Bu seçim onun buz üzerinde savrulmasına yol açacaktı. Görüş, gerçeklikten sadece yarım saniye önce gelmişti. Tyler’ın minibüsü köşeyi dönerken ben hala Alice’in dudaklarından o dehşet dolu soluğu çıkaran sonucu izliyordum. Hayır, bu görüşün benimle hiç ilgisi yoktu; ama yine de beni tamamen ilgilendiriyordu, çünkü Tyler’ın minibüsü – tekerlekler şu anda buza olabilecek en kötü açıyla çarpıyordu – park yeri boyunca dönecek ve dünyamın davetsiz odak noktası olan kıza çarpacaktı. Alice’in gelecek görüşü olmadan bile, Tyler’ın kontrolünden çıkan aracın yörüngesini görmek yeterince kolay olurdu. Kamyonetinin en yanlış yerinde duran kız, kayan tekerleklerin sesinin şaşkınlığıyla başını kaldırdı. Direkt olarak dehşet dolu gözlerime baktı ve sonra yaklaşan ölümünü izlemek üzere döndü. O olmaz! Kelimeler kafamın içine başkasına aitlermiş gibi çınladı. Hala Alice’in düşüncelerine kilitli halde, geleceğin aniden değiştiğini gördüm; ama sonucun ne olacağını görecek vaktim yoktu. Kendimi kayan minibüs ile kızın arasına attım. O kadar hızlı hareket ediyordum ki, odak noktam dışında her şey hızla geçen bir bulanıklıktan ibaretti. Beni görmedi – hiçbir insan gözü uçuşumu takip edemezdi – hala vücudunu kamyonetinin metal çerçevesine yapıştırıp ezecek kocaman şekli izliyordu. Olmama ihtiyacı olacağı kadar yumuşak davranmak için çok fazla acele içinde, onu belinden yakaladım. İnce şeklini yoldan çektiğim, saniyenin yüzde biri sürede ve kollarımda onunla yere çarptığım anda, narin, kırılgan vücudunun canlı şekilde farkındaydım. Başının buza çarptığını duyduğumda, ben de buz kesmişim gibi hissettim. Ama durumuna bakmak için tam bir saniyem olmadı. Arkamızda, minibüsün kızın kamyonetinin demir gövdesinin etrafında bükülürken gıcırdadığını duydum. Rotasını değiştiriyordu, kavis çizerek tekrar onun için geliyordu – sanki kız onu bize doğru çeken bir mıknatısmış gibi. Bayanların yanında asla söylemediğim bir kelime kenetlenmiş dişlerimin arasından kaydı. Şimdiden sınırı geçmiştim. Onu yoldan çekmek için havada neredeyse uçarken, yapmakta olduğum hatanın tamamen farkındaydım. Beni durdurmayacak bir hata olduğunu biliyordum; ama aldığım riskten – sadece kendim için değil, ailem için de aldığım riskten – habersiz değildim. Teşhir. Ve bu kesinlikle yardımcı olmayacaktı; ama minibüsün, kızın hayatını almak için yaptığı ikinci denemede başarılı olmasına izin vermemin imkanı yoktu. Onu bıraktım ve aracı kıza dokunmadan yakaladım. Kuvveti beni kamyonetin yanında park eden arabaya itti ve çerçevesinin omuzlarımın arkasında büküldüğünü hissettim. Minibüs teslim olmayan ellerimin engeline karşı titredi ve iki tekerleğin üzerinde dengesizce durdu. Eğer ellerimi hareket ettirirsem, minibüsün arka tekerlekleri onun bacaklarının üzerine düşecekti. Ah, kutsal olan her şeyin aşkına, felaketler hiç bitmez miydi? Kötü gidebilecek başka bir şey var mıydı? Burada minibüsü havada tutarak, oturup kurtarılmayı bekleyemezdim. Aracı atamazdım da, söz konusu bir sürücü vardı, düşünceleri panik yüzünden tutarsızdı. İçimden inleyerek minibüsü ittim, bu sayede bir anlığına bizden uzağa doğru sallandı. Tekrar bana doğru düşerken sağ elimle altından yakaladım ve sol kolumu tekrar kızın beline dolayarak onu aracın altından çektim. Bacaklarının açıkta kalmaması için onu çekerken vücudu gevşekçe hareket etti – bilinci yerinde miydi? Hazırlıksız kurtarma girişimimde ona ne kadar zarar vermiştim? Şimdi onu incitemeyeceği için minibüsü bıraktım. Asfalta çarptı, bütün camlar titredi. Bir krizin ortasında olduğumu biliyordum. Ne kadarını görmüştü? Kızın yanında aniden belirdiğimi ve sonra onu ezmesini engellemeye çalışırken minibüsü havada tuttuğumu gören olmuş muydu? En büyük endişem bu sorular olmalıydı. Ama teşhir tehdidine gerektiği kadar ihtimam göstermek için fazla endişeliydim. Kızı koruma çabam sırasında onu kendim incitmiş olabileceğim için çok fazla panik içindeydim. Kendime nefes alma izni verirsem ne kokusu alacağımı bilerek onu bu kadar yakınımda tuttuğum için çok korkuyordum. Benimkine bastırdığım yumuşak vücudunun sıcaklığının çok farkındaydım – ceketlerimizin çifte engeline rağmen, o sıcaklığı hissedebiliyordum… İlki en büyük korkuydu. Görgü tanıklarının çığlıkları etrafımızı sardığında, yüzünü incelemek, bilincinin yerinde olup olmadığına bakmak için – şiddetle hiçbir yerinden kanamadığını umarak – ona doğru eğildim. Gözleri açıktı, şok içinde bakıyorlardı. “Bella?” diye sordum aceleyle. “İyi misin?” “İyiyim.” Kelimeleri istemsizce, şaşkın bir sesle söyledi. Rahatlık, o kadar harika ki neredeyse sızı, onun sesiyle beni sardı. Dişlerimin arasından bir nefes aldım ve boğazımdaki yanmayı sorun etmedim. Neredeyse hoş karşıladım. Oturmak için çabaladı; ama ben onu bırakmak için hazır değildim. Bir şekilde… daha güvenli hissettiriyordu? En azından daha iyi. “Dikkatli ol.” diye uyardım. “Sanırım başını oldukça sert çarptın.” Taze kan kokusu yoktu – bir lütuf – ama bu iç hasar olmayacağı anlamına gelmiyordu. Aniden onu Carlisle’a ve tam bir radyoloji donanımına götürmek için istekliydim. “Ah.” dedi, sesi haklı olduğumu anlarken komik bir şekilde şaşkındı. “Ben de öyle düşünmüştüm.” Rahatlık bunu bana göre komik hale getirmişti, neredeyse başımı döndürmüştü. “Nasıl…” Sesi kesildi, göz kapakları titredi. “Buraya nasıl o kadar çabuk gelebildin?” Ferahlık ekşidi, neşe silindi. Çok şey fark etmişti. Kızın durumunun iyi olduğu anlaşılınca, ailem için olan endişem artmıştı. “Yanında duruyordum Bella.” Deneyimlerimden biliyordum ki, eğer yalan söylerken kendime çok güvenirsem, sorgulayan kişi gerçekten daha az emin olurdu. Hareket etmek için tekrar çabaladı ve bu sefer izin verdim. Rolümü doğru oynayabilmek için nefes almam gerekiyordu. Kokusuyla karışıp beni alt etmesini engellemek için onun sıcakkanlı ısısından uzaklaşmalıydım. Harap olmuş araçların arasındaki küçük yerde ondan uzaklaşabileceğim kadar uzaklaştım. Bana baktı ve ben de ona baktım. Gözlerini kaçırmak sadece beceriksiz bir yalancının düşeceği bir hataydı ve ben beceriksiz bir yalancı değildim. Yüz ifadem düz, yumuşaktı… Bu kafasını karıştırmış gibiydi. İyi. Kaza yeri şimdi, görünen ezilmiş cesetler olup olmadığını görmek için çatlaklardan doğru bakıp iten, çoğunluğu çocuk insanlarla sarılmıştı. Bir bağırış çağıltısı ile şoka girmiş bir düşünce seli vardı. Henüz şüphe olmadığından emin olmak için düşünceleri taradım ve sonra bastırıp kıza odaklandım. Karışıklıkta dikkati dağılmıştı. İfadesi hala sersemlemiş haldeyken etrafına baktı ve ayağa kalkmaya çalıştı. Olduğu gibi kalması için elimi yavaşça omzuna koydum. “Şimdilik böyle kal.” İyi görünüyordu; ama gerçekten boynunu oynatmalı mıydı? Yine Carlisle’ı diledim. Benim kuramsal tıp eğitimim, onun asırlar boyunca uyguladığı tıp deneyimine kesinlikle eş değildi. “Ama soğuk.” diye karşı çıktı. İki kere neredeyse ezilerek ölüyordu, bir kere de sakatlanmanın eşiğinden dönmüştü; ama onu endişelendiren şey soğuktu. Durumun komik olduğunu hatırlamadan önce dişlerimin arasından güldüm. Bella gözlerini kırpıştırdı ve sonra yüzüme odaklandı. “Oradaydın.” Bu beni yine ciddileştirdi. Minibüsün çökmüş yanından başka görülecek hiçbir şey olmadığı halde güneye doğru baktı. “Arabanın yanındaydın.” “Hayır değildim.” “Seni gördüm.” diye ısrar etti. İnatçılaştığı zaman sesi çocuk gibi oluyordu. “Bella, seninle duruyordum ve seni yoldan çektim.” Benim versiyonumu – ortadaki tek mantıklı versiyonu – kabul etmesini sağlamaya çalışarak büyük gözlerine derin derin baktım. Çenesi kasıldı. “Hayır.” Panik yapmamaya, sakin kalmaya çalıştım. Eğer kızı sadece bir süre sessiz tutabilirsem, bana kanıtı yok etme şansı vermesi için… ve hikayesini başından yaralanmasını göstererek sarsabilmek için. Bu suskun, sırlarla dolu kızı sessiz tutmak kolay olmamalı mıydı? Keşke bana güvenseydi, sadece bir süre… “Lütfen Bella.” dedim ve sesim çok içtendi, çünkü aniden onun bana güvenmesini istemiştim. Çok istemiştim ve sadece bu kazanın hesapları için değildi. Aptal bir arzu. Bana güvenmek ona nasıl mantıklı gelebilirdi? “Niye?” dedi hala savunmacı halde. “Bana güven.” diye rica ettim. “Daha sonra bana her şeyi açıklayacağına söz verir misin?” Bir şekilde güvenini hak etmeyi bu kadar çok isterken ona tekrar yalan söylemek zorunda kalmak beni sinirlendirdi. O yüzden, ona sert bir şekilde cevap verdim. “İyi.” | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:26 pm | |
| “İyi.” dedi o da, aynı tonu yansıtarak. Etrafımızda kurtarma çalışmaları başlarken – yetişkinler gelir, yetkililer aranır, uzaktan siren sesleri gelirken – kızı görmezden gelip önceliklerimi doğru sıraya sokmaya çalıştım. Park yerindeki bütün düşünceleri taradım, hem görgü tanıklarının hem de sonradan gelenlerin; ama tehlikeli hiçbir şey bulamadım. Çoğu beni burada Bella’nın yanında gördüklerine şaşırmışlardı; ama hepsi – başka bir olası sonuç olmadığı için – kazadan önce beni kızın yanında dururken fark etmediklerini düşünmüşlerdi. Basit açıklamamı kabul etmeyen tek kişi oydu; ama o da en az güvenilecek görgü tanığı olarak düşünülürdü. Korkmuştu, sarsıntı geçirmişti, kafasına aldığı darbeden bahsetmeye gerek bile yoktu. Muhtemelen şoktaydı. Hikayesinin karışık olması kabul edilebilirdi, değil mi? O kadar izleyicinin düşündükleri üzerine kimse buna pek itimat göstermezdi. Olay yerine yeni varan Rosalie, Jasper ve Emmett’ın düşüncelerini yakaladığımda ürktüm. Bu gece bunu ödemek cehennem olacaktı. Omuzlarımın bronz arabada çıkardığı izi ortadan kaldırmak istiyordum; ama kız çok yakındaydı. Dikkati dağılana kadar beklemek zorundaydım. İnsanlar minibüsle boğuşup üzerimizden kaldırmaya çalışırken – üzerimde bir çok çift gözle – beklemek sinir bozucuydu. İşlemi hızlandırmak için onlara yardım ederdim; ama kız ve keskin gözleriyle başım yeterince belaya girmişti. Sonunda, aracı sağlık görevlilerinin sedyelerle bize ulaşmasına yetecek kadar uzağa çekebildiler. Tanıdık bir ses beni fark etti. “Hey, Edward.” dedi Brett Warner. Aynı zamanda bir hastabakıcıydı ve onu hastaneden tanıyordum. Bize ulaşan ilk kişinin o olması çok büyük bir şanstı – bugünkü tek şans. Düşüncelerinde sakin ve uyanık olduğuma dikkat ediyordu. “İyi misin çocuk?” “Mükemmel Brett. Bana hiçbir şey dokunmadı; ama Bella sarsıntı geçirmiş olabilir. Onu yoldan çektiğimde başını yere çarptı…” Brett, bana ihanete uğramış sert bir bakış atan kıza döndü. Ah, doğru. Sessiz bir mağdurdu – sükut içinde acı çekmeyi tercih ederdi. Benim hikayemi anında yalanlamadı ama, ve bu biraz rahatlamamı sağladı. Sonraki sağlık görevlisi muayene edilmeme izin vermem için ısrar etti; ama onu vazgeçirmek zor olmadı. Babamın bana bakacağına söz verdim ve o da ısrarı bıraktı. Pek çok insanda, sakin bir kendine güvenle konuşmak ihtiyacım olan tek şeydi. Pek çok insanda, sadece kızda işe yaramıyordu tabii ki. O herhangi bir normal kalıba uyuyor muydu? Boyunluk taktıklarında – ve yüzü utançla kızardığında – bu dikkat dağınıklığını ayağımın arkasıyla bronz arabadaki şekli tekrar düzenlemek için kullandım. Sadece kardeşlerim ne yaptığımı fark ettiler ve Emmett’in içinden, bir şey kaçırırsam düzelteceğine söz verişini duydum. Yardımına şükranla dolu olarak – ve en azından Emmett’in çoktan bu tehlikeli seçimimi affettiğine daha da minnettar kalarak – ambulansta Brett’in yanına oturduğumda daha rahattım. Polis şefi, Bella ambulansın arkasına yerleştirilmeden olay yerine vardı. Bella’nın babasının düşünceleri kelimeleri geçmiş olsa da, panik ve endişe adamın zihninden etraftaki diğer bütün düşünceleri bastırarak yayılıyordu. Tek kızını sedyede gördüğünde sözsüz kaygı ve suçluluk kabararak onu sardı. Onu sardı ve bana doğru geldi, gittikçe güçlenerek. Alice Charlie Swan’ın kızını öldürmenin onu da öldürmek olacağını söylediğinde abartmıyordu. Paniklemiş sesini dinlediğimde başım suçlulukla aşağı eğildi. “Bella!” diye bağırdı. “Ben iyiyim Char – baba.” İç çekti. “Hiçbir sorunum yok.” Güvencesi babasının dehşetini tamamen silemedi. En yakın sağlık görevlisine döndü ve daha çok bilgi istedi. Onu konuşurken, paniğine rağmen tamamen tutarlı cümleler kurarken duyduğumda, endişesinin sözsüz olmadığını anladım. Sadece… tam olarak kelimeleri duyamıyordum. Hmm. Charlie Swan kızı kadar sessiz değildi; ama Bella’nın bunu nereden aldığını görebiliyordum. İlginç. Kasabanın polis şefinin çevresinde hiçbir zaman çok fazla vakit geçirmemiştim. Onu her zaman yavaş düşünen bir adam olarak almıştım – şimdi ise yavaş olanın ben olduğumu anlamıştım. Düşünceleri kısmen gizliydi, yok değildi. Sadece anlamlarını, tonlarını ayırt edebiliyordum… Daha dikkatli dinlemek, bu daha az yeni karmaşık bulmacada kızın sırlarının anahtarını bulup bulamayacağımı görmek istedim; ama o sırada Bella arkaya yerleştirilmişti ve ambulans yola çıkmıştı. Saplantı haline getirdiğim bu gizemi aydınlatabilecek bu çözümden kendimi ayırmak zor oldu; fakat şimdi düşünmeliydim – bugün olanlara her açıdan bakmalıydım. Anında gitmemizi gerektirecek kadar tehlike olup olmadığından emin olmak için dinlemek zorundaydım. Odaklanmak zorundaydım. Sağlık görevlisinin düşüncelerinde beni endişelendirecek hiçbir şey yoktu. Söyleyebilecekleri kadarıyla kızın ciddi bir problemi yoktu. Bella da şimdiye kadar benim anlattığım hikayeye uymuştu.
...............................................................................
Hastaneye ulaştığımızda ilk öncelik Carlisle’ı görmekti. Aceleyle otomatik kapılara gittim; ama Bella’yı izlemeyi tamamen bırakamadım; bir yandan görevlilerin düşüncelerini dinledim. Babamın tanıdık zihnini bulmak kolaydı. Küçük ofisinde, tamamen yalnızdı – bu şanssız günde, ikinci şans. “Carlisle.” Gelişimi duymuştu ve yüzümü gördüğü anda paniğe kapılmıştı. Ayağının üzerine zıpladı, yüzü kemik kadar beyazlaştı. Temiz şekilde düzenlenmiş ceviz ağacı masasından doğru eğildi. Edward – yapmadın – “Hayır, hayır, sorun o değil.” Derin bir nefes aldı. Tabii ki hayır. Düşündüğüm için özür dilerim. Gözlerin, tabii ki, bilmeliydim… Rahatlayarak hala altın rengi olan gözlerime baktı. “Ama yaralandı Carlisle, muhtemelen ciddi değil; fakat–“ “Ne oldu?” “Aptal bir araba kazası. Yanlış zamanda yanlış yerdeydi; ama orada duramazdım – ona çarpmasına izin veremezdim–” Baştan başla, anlamadım. Sen nasıl karıştın? “Bir minibüs buzda savruldu.” diye fısıldadım. Konuşurken arkasındaki duvara baktım. Çerçevelenmiş diploma kalabalığı yerine, sadece basit bir yağlı boya tablosu vardı – en sevdiği, keşfedilmemiş bir Hassam. “Yoldaydı. Alice olacakları gördü; ama gerçekten koşup onu yoldan çekmekten başka bir şey yapmaya vakit yoktu. Kimse fark etmedi… onun dışında. Minibüsü durdurmak zorunda da kaldım; ama yine kimse görmedi… ondan başka. Ben… ben özür dilerim Carlisle. Bizi tehlikeye atmak istememiştim.” Masayı dolaştı ve elini omzuma koydu. Doğru olanı yaptın ve bu senin için kolay olmuş olamaz. Seninle gurur duyuyorum Edward. O zaman gözlerine baktım. “Benimle ilgili… bir sorun olduğunu biliyor.” “Önemli değil. Eğer gitmek zorunda kalırsak, gideriz. Ne söyledi?” Biraz rahatsız olarak kafamı salladım. “Henüz hiçbir şey.” Henüz? “Benim versiyonuma katıldı – ama bir açıklama bekliyor.” Düşünerek kaşlarını çattı. “Kafasını çarptı – pekala bunu ben yaptım.” diye devam ettim hızlıca. “Onu yere oldukça sert vurdum. İyi görünüyor; ama… dosyasını değiştirmek çok zor olmaz sanırım.” Sadece söylerken bile kendimi ahlaksız biri gibi hissettim. Carlisle sesimdeki tiksinmeyi duydu. Belki bu gerekli olmaz. Ne olacağını görelim olur mu? Görünüşe göre kontrol etmem gereken bir hastam var. “Lütfen.” dedim. “Onu incittiğim için çok endişeliyim.” Carlisle’ın ifadesi aydınlandı. Altın rengi gözlerinden sadece birkaç ton açık sarı saçlarını düzeltti ve güldü. Senin için ilginç bir gündü değil mi? Zihninde, ironiyi görebiliyordum ve bu komikti, en azından ona göre. Rollerin tersine dönüşü. Buz tutmuş park yerinde koştuğum o kısa saniyede bir yerlerde, katilden koruyucuya dönüşmüştüm. Bella’nın benden başka hiçbir şeyden daha fazla korunmaya ihtiyacı olmayacağından ne kadar emin olduğumu hatırlayarak onunla birlikte güldüm. Gülüşümde bir keskinlik vardı, çünkü bu hala tamamen doğruydu. Bir hastane doluşu düşünceleri dinlerken Carlisle’ın ofisinde tek başıma bekledim – yaşadığım en uzun saatlerden biriydi. Minibüsün sürücüsü Tyler Crowley, Bella’dan daha kötü yaralanmış gibi görünüyordu ve Bella röntgeninin çekilmesi için beklerken dikkatler ona yöneldi. Carlisle görevlinin kızın hafif yaralandığına dair tanısına güvenerek arka planda kaldı. Bu beni endişelendirdi; ama doğru yaptığını biliyordum. Yüzüne bir bakışla kız anında beni, ailemle ilgili yanlış bir şeyler olduğunu hatırlardı ve bu onu konuşturabilirdi. Konuşmak için kesinlikle yeterince istekli bir partneri vardı. Tyler, onu neredeyse öldürdüğü için büyük suçluluk içindeydi ve bu konuda susacakmış gibi görünmüyordu. Onun gözlerinden Bella’nın yüz ifadesini görebiliyordum ve durmasını dilediği açıktı. Bunu nasıl göremiyordu? Tyler ona yoldan nasıl çekildiğini sorduğunda gergin bir an yaşadım. Durakladığında nefes almadan bekledim. “Iı…” dediğini duydum. Sonra o kadar uzun süre durakladı ki Tyler sorusunun kafasını karıştırıp karıştırmadığını merak etti. Sonunda devam etti. “Edward beni yoldan çekti.” Tuttuğum nefesimi verdim ve sonra soluk alıp verişim hızlandı. Daha önce ismimi söylediğini hiç duymamıştım. Kulağa geliş şeklinden hoşlandım – sadece Tyler’ın düşüncelerinden duyduğumda bile. Kendim dinlemek istedim… “Edward Cullen.” dedi, Tyler kimi kastettiğini anlamadığında. Kendimi kapıda, elim tokmakta buldum. Onu görme arzusu gittikçe güçleniyordu. Dikkat etmem gerektiğini kendime hatırlatmak zorunda kaldım. “Yanımda duruyordu.” | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:26 pm | |
| “Cullen?” Hah. Garip. “Onu görmedim.” Yemin edebilirdim… “Vay, her şey çok hızlı oldu sanırım. O iyi mi?” “Öyle sanıyorum. Buralarda bir yerlerde; ama onu sedyeye yerleştiremediler.” Yüzündeki düşünceli ifadeyi, gözlerinin şüpheyle kısılışını gördüm; ama ifadesindeki bu küçük değişiklikleri Tyler fark etmedi. Güzel biri, diye düşünüyordu neredeyse şaşkınlıkla. Bu haliyle bile. Alışılmış tipim değil, yine de… Onu dışarı çıkarmalıyım… Bugünü telafi etmek için… Sonra koridordaydım, ne yaptığımı bir saniye bile düşünmeden acil servis odasına giden yolu yarılamıştım. Şansıma, ben giremeden odaya hemşire girdi – röntgen için sıra Bella’daydı. Duvarın karanlık bir köşesine yaslandım ve o götürülürken sakinleşmeye çalıştım. Tyler’ın onun güzel olduğunu düşünmesi önemli değildi. Bunu herkes fark ederdi. Böyle hissetmem için hiçbir sebep yoktu… nasıl hissetmiştim? Rahatsız? Yoksa öfkeli gerçeğe daha mı yakındı? Bu hiçbir şekilde mantıklı gelmiyordu. Olduğum yerde kalabildiğim kadar kaldım; ama sabırsızlık beni yendi ve radyoloji odasına doğru gittim. Acil servise çoktan geri götürülmüştü; ama hemşirenin arkası dönükken röntgen filmlerine bakma şansım oldu. Rahatladım. Başı iyiydi. Onu incitmemiştim, gerçekten değil. Carlisle beni orada yakaladı. Daha iyi görünüyorsun. Sadece önüme baktım. Yalnız değildik, koridor doluydu. Ah, evet. Filmleri ışık tahtasına astı; ama ikinci kere bakmaya gerek duymadım. Görüyorum. Tamamen iyi. Aferin Edward. Babamın tasvip edici sesi bende karışık bir tepki yarattı. Hoşnut kalırdım, eğer şimdi yapacağım şeyi onaylamayacağını bilmiyor olsaydım. En azından, beni harekete geçiren gerçek etkenleri bilseydi onaylamazdı… “Sanırım gidip onunla konuşacağım – seni görmeden önce.” diye mırıldandım. “Doğal davranacağım, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Yumuşatacağım.” Bütün kabul edilebilir sebepler. Carlisle hala filmlere bakarken dalgınlıkla başını salladı. “İyi fikir. Hmm.” İlgisini neyin çektiğini görmek için baktım. Bütün bu iyileşmiş yaralara bak! Annesi onu kaç kere düşürmüş? Carlisle kendi kendine güldü. “Kızın gerçekten kötü şansı olduğunu düşünmeye başlıyorum. Hep yanlış zamanda, yanlış yerde.” Forks senin burada olmanla onun için kesinlikle yanlış yer. İrkildim. Haydi git. Onu yumuşat. Sana katılacağım. Suçlu hissederek hızla uzaklaştım. Muhtemelen çok iyi bir yalancıydım, eğer Carlisle’ı kandırabildiysem. Acil servise gittiğimde, Tyler mırıldanıyor, hala özür diliyordu. Kız onun pişmanlığından, uyuyor numarası yaparak kaçmaya çalışıyordu. Gözleri kapalıydı; ama soluk alıp verişi düzenli değildi ve şimdi parmaklarını sabırsızlıkla büküyordu. Yüzüne uzun bir süre baktım. Bu onu son görüşümdü. Bu gerçek göğsümde keskin bir acıyı tetikledi. Bir gizemi çözülmeden bırakmaktan nefret ettiğim için miydi? Yeterli bir açıklama gibi görünmüyordu. Sonunda derin bir nefes aldım ve görüşe girdim. Tyler beni gördüğünde konuşmaya başladı; ama parmağımı dudaklarıma koydum. “Uyuyor mu?” diye mırıldandım. Bella’nın gözleri açıldı ve yüzüme odaklandı. Bir anlığına büyüdüler ve sonra öfke ya da şüpheyle kısıldılar. Oynamam gereken bir rol olduğunu hatırladım, o yüzden bu sabah anormal hiçbir şey olmamış gibi gülümsedim – başına aldığı bir darbe ve hayal gücünün biraz kontrolden çıkması dışında. “Selam Edward.” dedi Tyler. “Gerçekten çok özür di–” Özrünü kesmek için bir elimi kaldırdım. “Kan yok, yara yok.” dedim alayla. Düşünmeden, gizli şakama çok genişçe güldüm. Benden az ileride taze kanla kaplı halde yatan Tyler’ı görmezden gelmek inanılmaz derecede kolaydı. Hiçbir zaman Carlisle’ın bunu nasıl yapabildiğini anlayamamıştım – onları tedavi etmek için hastalarının kanını görmezden gelişini. Sürekli ayartı çok dikkat dağıtıcı, çok tehlikeli olmaz mıydı…? Ama şimdi… nasıl olduğunu anlayabiliyordum, eğer başka bir şeye yeterince çok odaklanılırsa, bu ayartı hiçbir şeydi. Taze ve açığa çıkmış bile olsa, Tyler’ın kanı Bella’nınkinin yanında hiçbir şeydi. Onunla mesafemi koruyarak Tyler’ın yatağının ucuna oturdum. “Ee, karar ne?” diye sordum. Alt dudağı biraz açıldı. “Hiçbir sorunum yok; ama gitmeme izin vermiyorlar. Nasıl oldu da sen kalanımız gibi zorla bir sedyeye yüklenmedin?” Sabırsızlığı beni tekrar gülümsetti. Şimdi Carlisle’ı koridorda duyabiliyordum. “Tamamen kimi tanıdığınla ilgili.” dedim kayıtsızca. “Ama merak etme, seni çıkarmaya geldim.” Babam odaya girdiğinde tepkisini dikkatle izledim. Gözleri büyüdü ve ağzı şaşkınlıkla açıldı. İçimden inledim. Evet, kesinlikle benzerliği fark etmişti. “Evet Bayan Swan, nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu Carlisle. Hastaların çoğunluğunu saniyeler içinde mükemmel şekilde rahatlatan davranışlara sahipti. Bunun Bella’yı nasıl etkilediğini söyleyemedim. “İyiyim.” dedi sessizce. Carlisle röntgen filmlerini yatağın yanındaki ışık tahtasına taktı. “Filmlerin iyi görünüyor. Başın acıyor mu? Edward oldukça sert çarptığını söyledi.” İç çekti ve tekrar “İyiyim.” dedi; ama bu sefer sabırsızlığı sesine sızmıştı. Sonra bana öfkeyle baktı. Carlisle ona doğru bir adım attı ve parmaklarını şişkinliği bulana kadar kafa derisinde gezdirdi. Bana çarpan duygu dalgasına hazırlıksız yakalandım. Carlisle’ın insanlarla çalışmasını binlerce kez izlemiştim. Yıllar önce, ona gayrı resmi olarak asistanlık bile yapmıştım – ama sadece kanın karışmadığı durumlarda. O yüzden onun kıza sanki kendisi de onun kadar insanmış gibi davranması benim için yeni bir şey değildi. Ona pek çok kez imrenmiştim; ama bu aynı duygu değildi. Kontrolünden çok ona imrenmiştim. Carlisle ile aramdaki farklılık acıttı – ona böyle nazikçe, zarar vermeyeceğini bilerek korkusuzca dokunabilmesi… Yüzünü buruşturdu ve yerimde birden irkildim. Rahat pozumu koruyabilmek için bir süre odaklanmam gerekti. “Acıyor mu?” Çenesi kasıldı. “Pek değil.” dedi. Karakterinin başka bir küçük parçası daha yerine oturdu: cesurdu. Zayıflık göstermekten hoşlanmıyordu. Muhtemelen gördüğüm en savunmasız yaratıktı ve zayıf görünmek istemiyordu. Dudaklarımdan bir gülüş çıktı. Bana başka bir öfkeli bakış attı. “Pekala.” dedi Carlisle. “Baban bekleme odasında – şimdi onunla eve gidebilirsin; ama başın dönerse ya da görüş problemi yaşarsan tekrar gel.” Babası burada mıydı? Kalabalık bekleme odasındaki düşünceleri taradım; ama Bella yüzü endişeli, tekrar konuşmaya başlamadan önce onun hemen duyulmayan iç sesini grupta bulamadım. “Okula geri dönemez miyim?” “Belki de bugün ağırdan almalısın.” diye önerdi Carlisle. Gözleri bana kaydı. “O okula gidecek mi?” Normal davran, yumuşat… gözlerime baktığında nasıl hissettirdiğine aldırma… “Birilerinin iyi haberleri yayması gerekli.” dedim. “Aslında,” diye düzeltti Carlisle, “okulun çoğunluğu bekleme odasında gibi görünüyor.” Bu sefer tepkisini tahmin ettim – ilgiden hoşlanmayacağını. Beni hayal kırıklığına uğratmadı. “Ah, hayır.” diye inledi ve yüzünü elleriyle kapattı. Sonunda doğru tahmin etmekten hoşlandım. Onu anlamaya başlıyordum… “Kalmak mı istersin?” dedi Carlisle. “Hayır, hayır!” dedi hızlıca, bacaklarını yatakta döndürüp ayakları yere değene kadar kayarak. Dengesini kaybedip öne, Carlisle’ın kollarına doğru sendeledi. Carlisle onu yakaladı ve dengesini sağlamasına yardım etti. Yine, imrenme duygusu beni sardı. “İyiyim.” dedi, kızararak, o yorum yapamadan önce. Tabii ki bu Carlisle’ı rahatsız etmezdi. Dengede olduğundan emin olduktan sonra kollarını indirdi. “Ağrı için biraz Tylenol al.” dedi. “O kadar acımıyor.” Carlisle çizelgesini imzalarken gülümsedi. “Çok şanslıymışsın gibi görünüyor.” Bana sertçe bakmak için başını hafifçe döndürdü. “Edward’ın yanımda duruyor olması büyük şanstı.” | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:27 pm | |
| “Ah, tabii, evet.” diye katıldı Carlisle çabucak, sesinde benim duyduğumu duyarak. Şüphelerini hayal gücüne yormamıştı. Henüz değil. Tamamen senin, diye düşündü Carlisle. En iyi olduğunu düşündüğün şekilde hallet. “Çok teşekkürler.” diye fısıldadım hızlıca ve sessizce. İki insan da duymadı. Carlisle’ın dudakları Tyler’a dönerken alayım üzerine hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. “Korkarım sen bizimle biraz daha uzun süre kalmak zorundasın.” dedi kırılmış ön cam çiziklerini incelerken. Pekala, bütün bunlara ben sebep olmuştum, o yüzden ben çözecektim. Bella kasıtlı olarak bana doğru yürüdü, rahatsız edici derecede yakına gelene kadar durmadı. Bütün o kargaşadan önce, bana yaklaşmasını ne kadar çok umduğumu hatırladım… Bu sanki o dileğe bir alay gibiydi. “Seninle bir dakika konuşabilir miyim?” dedi tıslarcasına. Sıcak soluğu yüzüme dokundu ve sendeleyerek bir adım geri gitmek zorunda kaldım. Çekiciliği biraz bile azalmamıştı. Yakınımda olduğu her an, en kötü, en ısrarcı içgüdülerimi tetikliyordu. Zehir ağzımı doldurdu ve vücudum uzanmayı arzuladı – onu kollarıma alıp dişlerimi boğazına geçirmek için… Aklım vücudumdan daha güçlüydü; ama sadece biraz. “Baban seni bekliyor.” diye hatırlattım ona, çenem kenetli halde. Carlisle ve Tyler’a baktı. Tyler bize hiç dikkat etmiyordu; ama Carlisle her nefesimi izliyordu. Dikkatle, Edward. “Bir sakıncası yoksa seninle yalnız konuşmak istiyorum.” diye ısrar etti alçak bir sesle. Ona çok sakıncası olacağını söylemek istedim; ama bunu önünde sonunda yapmam gerekeceğini biliyordum. Atlatmak en iyisiydi. Odadan çıkar, arkamda bana yetişmeye çalışıp sendeleyen ayak seslerini dinlerken çok fazla çelişen duyguyla doluydum. Şimdi oynamam gereken bir gösteri vardı. Rolümü biliyordum – kötü karakter ben olacaktım. Yalan söyleyecektim, alay edecektim ve zalim olacaktım. Bu tüm iyi hislerime karşıydı – bütün bu yıllar boyunca sarıldığım insan hislerine. Hiçbir zaman bu andan, bütün ihtimali yok etmek zorundayken, daha fazla güven hak etmek istememiştim. Benimle ilgili son anısı olacağını bilmek durumu daha kötü hale getiriyordu. Bu, benim veda sahnemdi. Ona döndüm. “Ne istiyorsun?” diye sordum soğukça. Düşmanlığımdan hafifçe geri çekildi. Gözleri sersemledi, yüzünde aklımdan çıkmayan o ifade belirdi… “Bana bir açıklama borçlusun.” dedi alçak sesle; fildişi rengi teni soluklaştı. Sesimi kaba tutmak çok zordu. “Hayatını kurtardım – sana hiçbir şey borçlu değilim.” Ürktü – sözlerimin onu incittiğini izlemek asit gibi yaktı. “Söz verdin.” diye fısıldadı. “Bella, başını çarptın, ne hakkında konuştuğunu bilmiyorsun.” Çenesini kaldırdı. “Başımda hiçbir sorun yok.” Şimdi sinirliydi, bu durumu benim için kolaylaştırdı. Öfkeli bakışıyla buluştum, yüzümü daha da düşmanca hale getirdim. “Benden ne istiyorsun Bella?” “Gerçeği öğrenmek istiyorum. Senin için niye yalan söylediğimi bilmek istiyorum.” İstediği şey tamamen adildi – inkar etmek zorunda olmak beni sinirlendirdi. “Sen ne olduğunu sanıyorsun?” Ona neredeyse homurdandım. Kelimeler hızla çıktı. “Bütün bildiğim benim yakınlarımda bir yerlerde olmadığın – Tyler da seni görmemiş, o yüzden bana başımı çok sert çarptığımı söyleme. O minibüs ikimizi de ezecekti – ama ezmedi ve ellerin yanında ezikler bıraktı – ve diğer arabada da göçük bıraktın; ama hiçbir şekilde incinmedin – ayrıca minibüs bacaklarımı ezecekti; ama sen onu kaldırdın…” Aniden dişlerini birbirine kenetledi, gözleri dökülmemiş yaşlarla parlıyordu. Yüz ifadem alaycı şekilde ona baktım; ama asıl hissettiğim korkuydu; her şeyi görmüştü. “Senin üzerinden bir minibüs kaldırdığımı mı düşünüyorsun?” diye sordum alayla. Başını bir kez sallayarak cevap verdi. Sesim daha da eğlenir hale geldi. “Buna kimse inanmaz biliyorsun.” Öfkesini kontrol edebilmek için çabaladı. Cevap verdiğinde, her kelimeyi yavaşça ve vurgulayarak söyledi. “Kimseye söylemeyeceğim.” Bunu kastetmişti – gözlerinde görebiliyordum. Öfkeli ve ihanete uğramış olsa da, sırrımı tutacaktı. Niye? Şok dikkatle tasarlanmış ifademi yarım saniyeliğine mahvetti, sonra kendimi tekrar toparladım. “O zaman ne önemi var?” diye sordum sesimi sert tutmaya çalışarak. “Benim için önemli.” dedi sertçe. “Yalan söylemekten hoşlanmam – o yüzden bunu yapmam için iyi bir neden olması gerekli.” Ona güvenmemi istiyordu. Tıpkı benim onun bana güvenmesini istediğim gibi; ama bu aşamayacağım bir çizgiydi. Sesim duygusuz kaldı. “Sadece teşekkür edip burada bırakamaz mısın?” “Teşekkürler.” dedi ve sonra sessizce burnundan soluyup bekledi. “Peşini bırakmayacaksın değil mi?” “Hayır.” “O zaman…” İstesem de ona gerçeği söyleyemezdim… ve istemiyordum. Ne olduğumu bilmesi yerine kendi hikayesini yaratmasını tercih ederdim, çünkü hiçbir şey gerçekten daha kötü olmazdı – ben direkt olarak bir korku romanının sayfalarından çıkmış, yaşayan bir kabustum. “Umarım hayal kırıklığına uğramaktan keyif alıyorsundur.” Birbirimize sinirle baktık. Öfkesinin bu kadar sevimli olması garipti. Tıpkı sinirli bir kedi yavrusu gibi, yumuşak ve zararsız, ve kendi savunmasızlığından habersiz. Kızardı ve tekrar dişlerini gıcırdattı. “Niye zahmet ettin ki?” Sorusu beklediğim ya da cevaplamaya hazır olduğum soru değildi. Oynadığım rolde hakimiyetimi kaybettim. Maskenin yüzümden kaydığını hissettim ve ona – bu sefer – doğruyu söyledim. “Bilmiyorum.” Yüzünü son bir kez belledim – hala öfkeliydi, kan yanaklarından çekilmemişti – ve dönüp ondan uzaklaştım. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:33 pm | |
| 4. Gelecek Görüşleri
Okula geri döndüm. Yapılması doğru olan şey buydu, en az göze çarpacak davranış. Günün sonuna doğru, neredeyse diğer bütün öğrenciler de sınıflarına dönmüşlerdi. Sadece Tyler, Bella ve – muhtemelen kazayı okulu asmak için bir bahane olarak kullanan – birkaç kişi daha yoktu. Doğru olanı yapmak benim için bu kadar zor olmamalıydı; ama bütün öğleden sonra boyunca – gidip tekrar kızı bulmak için – okulu asma dürtüsüne karşı dişlerimi gıcırdatmıştım. Bir takipçi gibi. Saplantılı bir takipçi gibi. Saplantılı, vampir bir takipçi gibi. Bugün okul – bir şekilde, inanılmaz halde – geçen haftakinden daha da sıkıcı geliyordu. Koma gibi. Sanki tuğlalardan, ağaçlardan, gökyüzünden, etrafımdaki yüzlerden renk çekilmiş gibiydi… Duvarlardaki çatlakları izledim. Yapmam gereken başka bir doğru şey daha vardı… yapmadığım. Tabii ki, aynı zamanda yanlış bir şeydi. Tamamen hangi bakış açısından bakıldığına bağlıydı. Bir Cullen’ın – sadece bir vampir değil, bir Cullen’ın, bizim dünyamızda çok ender bir durum olarak bir aileye ait olan birinin – perspektifinden doğru olan bunun gibi bir şey yapmaktı: “Seni sınıfta gördüğüme şaşırdım Edward. Bu sabahki feci kazaya karıştığını duymuştum.” “Evet Bay Banner; ama ben şanslı olandım.” Arkadaşça bir gülümseme. “Hiçbir zarar görmedim… Keşke aynısını Tyler ve Bella için de söyleyebilsem.” “Durumları nasıl?” “Sanırım Tyler iyi… sadece araba camları yüzünden olan önemsiz çizikler. Bella’dan emin değilim ama.” Endişeli bir bakış. “Sarsıntı geçirmiş olabilir. Bir süre oldukça tutarsız olduğunu duydum – hatta bazı şeyler gördüğünü. Doktorların endişelendiğini biliyorum…” Olması gereken buydu. Aileme borçlu olduğum buydu. “Seni sınıfta gördüğüme şaşırdım Edward. Bu sabahki feci kazaya karıştığını duymuştum.” “Yaralanmadım.” Gülümseme yok. Bay Banner rahatsız olarak ağırlığını diğer ayağına verdi. “Tyler Crowley ve Bella Swan’ın nasıl olduğunu biliyor musun? Yaraları olduğunu duydum…” Omuz silktim. “Bilmiyorum.” Bay Banner boğazını temizledi. “Ee, doğru…” dedi, soğuk bakışım sesinin kulağa zoraki gelmesine neden oldu. Hızla sınıfın önüne yürüdü ve derse başladı. Bu yapılması yanlış olan şeydi. Eğer buna daha anlaşılmaz bir bakış açısından bakılmazsa. Sadece kıza arkasından iftira atmak çok… çok adice gelmişti, özellikle o bana hayal edebileceğimden daha güvenilir biri olduğunu kanıtlarken. İyi bir sebebi olmasına rağmen bana ihanet edecek hiçbir şey söylememişti. O sırrımı korumaktan başka hiçbir şey yapmamışken ben ona ihanet edebilir miydim? Neredeyse aynı diyalogu Bayan Goff’la da yaşadım – sadece İngilizce yerine İspanyolca olarak – ve Emmett bana bir bakış attı. Umarım bugün olanlar için iyi bir açıklaman vardır. Rose kavgaya hazır. Ona bakmadan gözlerimi devirdim. Aslında kulağa kusursuz gelen bir açıklama bulmuştum. Minibüsün kıza çarpmasını engellemek için hiçbir şey yapmadığımı düşünerek… Bu düşünceden irkildim; ama eğer araç ona çarpsaydı, eğer ezilseydi ve kanamaya başlasaydı, kırmızı sıvı dökülseydi, asfalta doğru boşa aksaydı, taze kan kokusu havada yayılsaydı… Tekrar titredim ama sadece dehşetle değil. Bir parçam arzuyla titredi. Hayır, onun kanamasını hepimizi çok daha şok edici ve göze batacak halde teşhir etmeden izleyemezdim. Bu kulağa kusursuz gelen bir mazeretti… ama kullanmayacaktım. Çok utanç vericiydi. Ve ne olursa olsun, olaydan uzun süre sonrasına kadar da aklıma gelmemişti. Jasper’a dikkat et, diye devam etti Emmett, dalgınlığımın farkında olmadan. O kadar sinirli değil… ama daha kararlı. Neyi kastettiğini gördüm ve oda bir süre etrafımda döndü. Öfkem o kadar yakıcıydı ki, kırmızı bir sis görüşümü bulutlandırdı. Boğulacağımı sandım. TANRI AŞKINA EDWARD! SAKİN OL! diye bağırdı Emmett kafasının içinde. Elini omuzlarımın üzerine koyup ayaklarımın üzerine zıplamadan önce beni orada tuttu. Tüm gücünü çok ender kullanırdı – nadiren gerek olurdu, çünkü karşılaştığımız bütün vampirlerden daha güçlüydü – ama şimdi kullanıyordu. Beni aşağı itmek yerine kolumu kavradı. Eğer itiyor olsaydı, altımdaki sandalye çökerdi. SAKİN! diye emretti. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım; ama zordu. Öfke kafamın içinde yanıyordu. Jasper biz konuşana kadar hiçbir şey yapmayacak. Sadece yöneldiği yolu bilmen gerektiğini düşündüm. Rahatlamaya odaklandım ve Emmett’in elinin gevşediğini hissettim. Daha fazla acayip davranmamaya çalış. Şu anki durumda başın yeterince belada. Derin bir nefes aldım ve Emmett beni bıraktı. Odayı rutin olarak taradım; ama tartışmamız o kadar kısa ve sessiz olmuştu ki sadece Emmett’in arkasında oturan birkaç kişi fark etmişti. Hiçbiri ne anlam çıkaracağını bilemedi ve boş verdiler. Cullen’lar ucubeydi – bunu herkes zaten biliyordu. Kahretsin çocuk, feci durumdasın. diye ekledi Emmett, tonunda anlayışla. “Isır beni,” diye mırıldandım fısıltıyla ve alçak sesli kıkırdamasını duydum. Emmett kin tutmazdı ve muhtemelen onun basit doğasına daha çok minnettarlık duymalıydım; ama Jasper’ın planlarının Emmett’a mantıklı geldiğini, bunun yapılacak en iyi şey olabileceğini düşündüğünü biliyordum. Öfke patlamak üzereydi, zorlukla kontrol altında tutabiliyordum. Evet, Emmett benden güçlüydü; ama beni bilek güreşinde yenememişti. Bunun hile yaptığım için olduğunu öne sürmüştü; ama düşüncelerini duymak benim bir parçamdı, müthiş gücü nasıl onun bir parçasıysa. Bir kavgada eşittik. Bir kavga? Yöneldiğim yer bu muydu? Zar zor tanıdığım bir insan için ailemle savaşacak mıydım? Bir an düşündüm, kızın vücudunun kollarımdaki kırılgan hissiyle, Jasper, Rose ve Emmett’i – olağanüstü derecede güçlü ve hızlı, doğal ölüm makineleri – yan yana koydum… Evet, onun için savaşırdım. Aileme karşı. Titredim. Ama onu tehlikeye sokan benken, savunmasız bırakmak adil değildi. Tek başıma kazanamazdım gerçi, üçüne karşı değil. Müttefiklerimin kimler olacağını merak ettim. Carlisle, kesinlikle. Kimseyle kavga etmezdi; ama Rose ile Jasper’ın planlarına tamamen karşı olurdu. Bütün ihtiyacım olan bu olabilirdi. Görecektim… Esme, şüpheli. Bana karşı olmazdı ve Carlisle’a katılmamaktan nefret ederdi; ama ailesini tam tutacak her plana katılırdı. Eğer Carlisle ailemizin ruhuysa, Esme de kalbiydi. Carlisle bize takip edilmeyi hak eden bir lider vermişti; Esme bu takibi bir sevgi hareketi haline getirmişti. Hepimiz birbirimizi seviyorduk – şu anda Jasper ve Rose’a hissettiğim öfke altında bile, kızı kurtarmak için onlarla kavga etmeyi planlarken bile, onları sevdiğimi biliyordum. Alice… Hiçbir fikrim yoktu. Muhtemelen neyin geldiğini gördüğüne göre değişirdi. Kazanan tarafın yanında yer alırdı, diye hayal ettim. O zaman bunu yardım olmadan yapmak zorunda kalacaktım. Tek başıma onların eşi değildim; ama kızın benim yüzümden incinmesine izin vermeyecektim. Bu kaçma anlamına gelebilirdi… Öfkem, ani kara mizahla biraz söndü. Kızın onu kaçırmama nasıl tepki verebileceğini hayal edebiliyordum. Tabii, tepkilerini çok ender doğru tahmin ediyordum – ama dehşet dışında başka ne hissedebilirdi? Bunu nasıl yapabileceğimden emin değildim gerçi – onu kaçırmayı. Yanında uzun süre kalamazdım. Muhtemelen onu sadece annesine geri götürürdüm. Bu kadarı bile tehlike doluydu. Onun için. Ve aynı zamanda benim için de olduğunu anladım, aniden. Eğer onu kazayla öldürürsem… bunun bana tam olarak ne kadar acı vereceğinden emin değildim; ama yoğun ve şiddetli olacağını biliyordum. Önümdeki karışıklıklar hakkında düşünürken zaman çabuk geçti. Evde beni bekleyen tartışma, ailemle olan çatışma, daha sonra gitmek zorunda kalabileceğim uzaklıklar… Eh, artık bu okulun dışındaki hayatın monoton olduğundan şikayet edemezdim. Kız bu kadarını değiştirmişti. Emmett ve ben zil çaldığında sessizce arabaya yürüdük. Benim için endişeleniyordu ve Rosalie için. Bir kavgada kimin yanında olmak zorunda olduğunu biliyordu ve bu onu rahatsız ediyordu. Diğerleri de bizi arabada sessiz bir şekilde bekliyordu. Çok sessiz bir gruptuk. Sadece bağırışı duyabiliyordum. Geri zekalı! Deli! Aptal! Budala! Bencil, sorumsuz salak! Rosalie iç sesinin avazı çıktığı kadar bağırarak durmaksızın hakaret etti. Bu diğerlerini duymayı zorlaştırıyordu; ama onu mümkün olduğunca duymazdan geldim. Emmett, Jasper konusunda haklıydı. Kararından emindi. Alice sıkıntılıydı, Jasper için endişeleniyor, gelecekle ilgili görüntüleri gözden geçiriyordu. Jasper kıza hangi yönden gelirse gelsin, Alice beni her zaman orada, onu engellerken görüyordu. İlginç… Rosalie de, Emmett de o görüşlerde onunla değildi. O zaman Jasper yalnız çalışmayı planlıyordu. Bu işleri eşitlerdi. Jasper en iyiydi, kesinlikle aramızdaki en deneyimli savaşçıydı. Benim tek avantajım hamlelerini onları yapmadan duyabiliyor olmamdı. Emmett’la ya da Jasper’la hiçbir zaman şaka dışında kavga etmemiştim – sadece vakit öldürmek için. Gerçekten Jasper’ı incitmeye çalışma fikri üzerine hasta hissettim. Hayır böyle olmayacaktı. Sadece onu engelleyecektim. O kadar. Alice’e odaklanıp Jasper’ın değişik saldırı yollarını ezberlemeye başladım. Bunu yaptığım sırada görüşleri değişti, Swan’ların evinden çok uzağa gitti. Onu daha erken engelliyordum… Kes şunu Edward! Böyle olamaz. İzin vermem. Ona cevap vermedim, sadece izlemeye devam ettim. Daha ilerisini araştırıyordu, sisli, kesin olmayan uzak ihtimalleri. Her şey belirsiz ve anlaşılmazdı. Eve gidiş yolu boyunca tartışmalı sessizlik kalkmadı. Evden uzakta olan büyük garaja park ettik; Carlisle’ın Mercedes’i oradaydı, Emmett’in büyük cipi, Rose’un M3’ü ve benim Vanquish’imin yanındaydı. Carlisle’ın evde olmasına sevinmiştim – sessizlik patlamayla bitecekti ve bu gerçekleştiğinde onun orada olmasını istiyordum. Direkt olarak yemek odasına gittik. Bu oda, tabii ki, hiçbir zaman tasarlandığı amaca hizmet etmezdi; ama sandalyelerle çevrilmiş maun renkli uzun bir masayla döşenmişti – bütün sahne malzemelerini doğru yerleştirmek konusunda titizdik. Carlisle burayı konferans odası olarak kullanmayı seviyordu. Böyle güçlü ve bambaşka kişiliklerden oluşan bir grupta, bazen işleri sakin, oturmuş davranışlarla tartışmak gerekiyordu. İçimde yerin çok yardımcı olmayacağına dair bir his vardı. Carlisle odanın doğu tarafındaki alışılmış yerinde oturdu. Esme de onun yanına – masanın üzerine el ele tutuştular. Esme’nin gözleri benim üzerimdeydi, altın rengi derinlikleri endişeyle doluydu. Kal. Tek düşüncesi buydu. Benim için gerçekten bir anne olan kadına gülümseyebilmeyi dilerdim; ama şu anda ona verebileceğim hiçbir güvence yoktu. Carlisle’ın diğer yanına oturdum. Esme onun etrafından uzandı ve serbest elini omzuma koydu. Neyin başlamak üzere olduğuna dair hiçbir fikri yoktu; sadece benim için endişeleniyordu. Carlisle’ın bununla ilgili daha iyi bir sezisi vardı. Dudakları sıkıca birbirine bastırılmıştı ve alnı kırışmıştı. İfadesi genç yüzüne göre çok yaşlı görünüyordu. Herkes otururken, çizgilerin çekildiğini görebiliyordum. Rosalie uzun masanın diğer ucuna, Carlisle’ın karşısına oturdu. Gözlerini hiç kaçırmadan bana öfkeyle baktı. Emmett onun yanına oturdu, hem yüzü hem de düşünceleri endişeliydi. Jasper durakladı ve sonra Rosalie’nin arkasındaki duvarın önünde durdu. Kararlıydı, bu tartışmanın sonucuna aldırışsızdı. Dişlerim birbirine kenetlendi. Alice içeri giren son kişiydi ve gözleri uzaktaki bir şeye odaklıydı – hala bir anlam çıkarabilmesi için çok bulanık olan geleceğe. Hakkında düşünmüş gibi görünmeden Esme’nin yanına oturdu. Sanki baş ağrısı çekiyormuş gibi alnını ovuşturdu. Jasper zorla kıpırdandı ve ona katılmayı düşündü; ama yerinde kaldı. Derin bir nefes aldım. Bunu ben başlatmıştım – ilk ben konuşmalıydım. “Özür dilerim.” dedim önce Rose’a, ardından Jasper’a ve sonra Emmett’e bakarak. “Hiçbirinizi riske atmak istememiştim. Bu düşüncesizdi ve acele davranışımın sorumluluğunu tamamen üstleniyorum.” Rosalie bana meşum bir şekilde öfkeyle baktı. “Ne demek istiyorsun ‘sorumluluğu tamamen üstleniyorum’ derken? Düzeltecek misin?” “Senin kastettiğin şekilde değil.” dedim sesimi normal ve alçak tutmaya çalışarak. “Eğer işleri daha iyi hale getirecekse şimdi gitmek istiyorum.” Eğer kızın güvende olacağına, hiçbirinizin ona dokunmayacağına inanırsam, diye düzelttim kafamın içinde. “Hayır.” diye mırıldandı Esme. “Hayır Edward.” Elini okşadım. “Sadece birkaç yıl.” “Esme haklı ama.” dedi Emmett. “Şimdi hiçbir yere gidemezsin. Bu kesinlikle yardımcı olmaz. İnsanların ne düşündüğünü her zamankinden fazla bilmemiz gerekiyor.” “Alice büyük herhangi bir şeyi yakalar.” diye karşı çıktım. Carlisle kafasını salladı. “Sanırım Emmett haklı Edward. Eğer sen ortadan kaybolursan kızın konuşma ihtimali artar. Ya hepimiz gitmeliyiz, ya da hiçbirimiz.” “Hiçbir şey söylemeyecek.” diye ısrar ettim çabucak. Rosalie patlamak üzereydi ve öncelikle bu gerçeğin ortada olmasını istedim. “Onun zihnini bilmiyorsun.” dedi Carlisle. “Bu kadarını biliyorum. Alice, bana arka çık.” | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:33 pm | |
| Alice bana bezgin bir ifadeyle baktı. “Bunu görmezden gelirsek ne olacağını göremem.” Rose ile Jasper’a baktı. Hayır, o geleceği göremiyordu – Rose ve Jasper bu olayı görmezden gelmemeye bu kadar kararlıyken değil. Rosalie’nin avucu masaya gürültüyle indi. “O insana bir şey söyleme şansı veremeyiz. Carlisle bunu görmek zorundasın. Hepimiz kaybolmaya karar versek bile arkamızda hikayeler bırakmak güvenli değil. Türümüzün kalanından çok farklı yaşıyoruz – bizi suçlamaya bayılacak olanları biliyorsun. Herkesten daha dikkatli olmalıyız.” “Arkamızda daha önce de söylentiler bıraktık.” diye hatırlattım ona. “Sadece söylentiler ve şüpheler Edward. Görgü tanıkları ve deliller değil!” “Delil!” dedim küçümseyerek. Ama Jasper başını sallıyordu, gözleri sertti. “Rose–” diye başladı Carlisle. “Bitirmeme izin ver Carlisle. Büyük bir şey olmasına gerek yok. Kız bugün kafasını vurdu. O zaman, belki de o yaralanmanın göründüğünden daha ciddi olduğu ortaya çıkar.” Rosalie omuz silkti. “Her ölümlü uyanmama ihtimaliyle yatar. Diğerleri bizim arkamızı toplamamızı bekleyecektir. Teknik olarak bu Edward’ın işi; ama belli ki bu onun ötesinde. Kontrol sahibi olduğumu biliyorsun. Arkamda hiç kanıt bırakmam.” “Evet Rosalie, hepimiz ne kadar usta bir katil olduğunu biliyoruz.” diye söylendim. Sinirle bana tısladı. “Edward, lütfen.” dedi Carlisle. Sonra Rosalie’ye döndü. “Rosalie, Rochester’daki olaya başka türlü baktım çünkü adaletini sağlamanın hakkın olduğunu düşündüm. Öldürdüğün adamlar sana canavarca davranmışlardı. Bu aynı durum değil. Swan kızı masum.” “Bu kişisel değil Carlisle.” dedi Rosalie dişlerinin arasından. “Bizi korumak için” Carlisle cevabını düşünürken kısa bir sessizlik oldu. Başını salladığında Rosalie’nin gözleri aydınlandı. Daha iyi bilmeliydi. Düşüncelerini okuyabiliyor olmasaydım bile, sonraki sözlerini beklerdim. Carlisle hiçbir zaman ödün vermezdi. “İyiliğimizi düşündüğünü biliyorum Rosalie; ama… ailemizin korunmaya değer olmasını tercih ederim. Ara sıra meydana gelen… kazalar ya da kontrol hataları olduğumuz şeyin üzücü bir kısmı.” O hiçbir zaman hata yapmadığı halde kendini de eklemişti. “Suçsuz bir çocuğu soğukkanlılıkla öldürmek tamamen başka bir şey. Konuşsun ya da konuşmasın sunduğu riske inanıyorum; fakat bu, en büyük riskin yanında hiçbir şey. Eğer kendimizi korumak için istisnalar yaparsak, çok daha önemli bir şeyi tehlikeye atarız. Özümüzü kaybetme riskine gireriz.” Yüz ifademi çok dikkatle kontrol ettim. Sırıtmamak ya da alkışlamamak için, ki bunu yapabilmeyi dilerdim. Rosalie suratını astı. “Bu sadece sorumlu olmak.” “Bu duygusuz olmak.” diye düzeltti Carlisle nazikçe. “Her hayat değerlidir.” Rosalie iç çekti ve alt dudağını büzdü. Emmett onun omzunu okşadı. “İyi olacak Rosalie.” diye destekledi alçak bir sesle. “Soru,” diye devam etti Carlisle “taşınmalı mıyız, taşınmamalı mıyız?” “Hayır.” diye inledi Rosalie. “Daha yeni yerleştik. Liseye tekrar baştan başlamak istemiyorum!” “Şu anki yaşını koruyabilirsin.” dedi Carlisle. “Ve sonra çok daha erken taşınmak zorunda mı kalalım?” Carlisle omuz silkti. “Burayı seviyorum. Çok az güneş var, neredeyse normal olabiliyoruz.” “Pekala, buna kesin olarak şimdi karar vermemiz gerekmiyor. Bekleyebilir ve gerekli olup olmadığını görebiliriz. Edward Swan kızının sessizliğinden emin görünüyor.” Rosalie homurdandı. Ama artık Rose hakkında endişeli değildim. Bana ne kadar sinirli olursa olsun Carlisle’ın kararına uyacağını biliyordum. Konuşmaları önemsiz detaylara geçmişti. Jasper hareketsiz kaldı. Sebebini anlıyordum. Alice ve o tanışmadan önce, bir çarpışma alanında yaşamıştı, insafsız bir savaş alanında. Kuralları küçümsemenin sonuçlarını biliyordu – korkunç akıbeti kendi gözleriyle görmüştü. Rosalie’yi ekstra yetenekleriyle sakinleştirmeye çalışmamıştı ya da şimdi onu coşturmayı denemiyordu. Kendini bu tartışmanın dışında tutuyordu. “Jasper,” dedim. Bakışlarını bana çevirdi, yüzü ifadesizdi. “Benim hatamı o ödemeyecek. Buna izin vermeyeceğim.” “Bundan kar mı sağlayacak o zaman? Bugün ölmeliydi Edward. Ben sadece işleri doğru hale sokacağım.” Her kelimeyi vurgulayarak tekrarlardım. “Buna izin vermeyeceğim.” Kaşları kalktı. Bunu beklemiyordu – onu durdurmaya çalışacağımı hiç düşünmemişti. Kafasını salladı. “Alice’in tehlike içinde yaşamasına izin vermem, en ufak bir tehlike içinde bile. Ona hissettiğim şeyleri kimseye hissetmedin Edward ve anılarımda görsen de yaşadıklarımı yaşamadın. Anlamıyorsun.” “Bunu tartışmıyorum Jasper; ama sana şimdi söylüyorum, Isabella Swan’ı incitmene izin vermeyeceğim.” Birbirimize baktık – öfkeyle değil; ama karşıtlığı tartarak. Kararlığımı test etmek için ruh halimi ölçtüğünü hissettim. “Jazz,” dedi Alice bizi bölerek. Bana bir an daha baktı ve sonra ona döndü. “Kendini koruyabileceğini söylemeye zahmet etme Alice. Bunu zaten biliyorum. Yine de–” “Söyleyeceğim şey bu değil.” diyerek lafını kesti Alice. “Senden bir iyilik isteyecektim.” Aklında ne olduğunu gördüm ve ağzım duyulabilir bir solukla açıldı. Şok içinde ona baktım, Alice ve Jasper dışında herkesin ihtiyatla bana baktığının hayal meyal farkındaydım. “Beni sevdiğini biliyorum. Teşekkürler; ama eğer Bella’yı öldürmeyi denemezsen sana gerçekten minnettar kalacağım. İlk olarak, Edward ciddi ve ikinizin kavga etmesini istemiyorum. İkincisi, o benim arkadaşım. En azından, olacak.” Bu kafasında cam gibi netti: Alice, buz gibi ve beyaz kolunu kızın sıcak, narin omuzlarına atmış, gülümsüyor ve Bella da kolunu Alice’in beline dolamış, gülümsüyordu. Görüntü somuttu; sadece zaman kesin değildi. “Ama… Alice…” dedi Jasper zorlukla nefes alarak. İfadesini görmek için kafamı çeviremedim. Alice’in kafasındaki görüntüden kendimi alamıyordum. “Onu bir gün seveceğim Jazz. Eğer arkadaşım olmasına izin vermezsen sana gerçekten çok sinirlenirim.” Hala Alice’in düşüncelerine kilitliydim. Jasper’ın çözümü onun beklenmedik isteğiyle bocaladığında geleceğin yumuşak bir şekilde titrediğini gördüm. “Ah,” dedi iç çekerek – Jasper’ın kararsızlığı yeni geleceği netleştirmişti. “Gördünüz mü? Bella hiçbir şey söylemeyecek. Endişelenecek bir şey yok.” Kızın ismini söyleyişi… sanki şimdiden sırdaşlarmış gibi… “Alice,” dedim tıkanarak. “Bunu… ne yapıyor…?” “Bir değişikliğin geliyor olduğunu söylemiştim. Bilmiyorum Edward.” ama çenesini kilitledi ve daha çok şey olduğunu anladım. Hakkında düşünmemeye çalışıyordu; Jasper karar vermek için çok şaşırmış olmasına rağmen, aniden ona odaklanmıştı. Bunu bazen benden bir şey saklamaya çalıştığında yapardı. “Ne Alice? Ne saklıyorsun?” Emmett’in homurdandığını duydum. Alice ve ben bu çeşit diyaloglara girdiğimizde rahatsız olurdu. Beni içeri almamaya çalışarak kafasını salladı. “Kızla mı ilgili?” diye sordum. “Bella’yla mı ilgili?” Konsantrasyon içinde dişlerini birbirine kenetlemişti; ama Bella’nın adını söylediğimde hata yaptı. Bu, bir saniyenin en ufak parçası kadar sürdü; ama yeterince uzundu. “HAYIR!” diye bağırdım. Sandalyemin yere düşme sesini duydum ve ancak o zaman ayaklarımın üzerinde olduğumu anladım. “Edward!” Carlisle de ayaktaydı, eli omzumdaydı. Onun varlığının hayal meyal farkındaydım. “Somutlaşıyor,” diye fısıldadı Alice. “Daha kararlı olduğun her dakika. Onun için gerçekten sadece iki yol kaldı. Birinden biri Edward.” Gördüğünü görebiliyordum… ama bunu kabul edemezdim. “Hayır,” dedim tekrar, sesimin kuvveti yoktu. Ayaklarım boş hissediyordu ve masadan destek almak zorunda kaldım. “Biri lütfen kalanımızı da bilgilendirebilir mi?” diye şikayet etti Emmett. Onu duymazdan gelerek “Gitmek zorundayım,” diye fısıldadım Alice’e. “Hiçbir yere gittiğini görmüyorum Edward,” dedi Alice. “Artık gidebileceğinden emin değilim.” Düşün, dedi içinden. Gitmeyi düşün. Ne kastettiğini anlamıştım. Evet, kızı bir daha hiç görmeme fikri… acı vericiydi; ama aynı zamanda gerekliydi. Onu mahkum ettiğim iki geleceği de kabul edemezdim. Jasper’dan tam olarak emin değilim Edward, diye devam etti. Eğer gidersen, eğer onun bizim için bir tehlike olduğunu düşünürse… “Bunu duymadım,” diyerek inkar ettim, hala dinleyicilerimizin yarı farkındaydım. Jasper tereddüt ediyordu. Alice’i incitecek bir şey yapmazdı. Tam olarak şu anda değil. Onun hayatını riske atar, korunmasız bırakır mısın? “Bana bunu niye yapıyorsun?” diye inledim. Başım ellerime düştü. Ben Bella’nın koruyucusu değildim. Olamazdım. Alice’in bölünmüş geleceği bunu kanıtlamak için yeterli değil miydi? Onu ben de seviyorum. Ya da seveceğim. Aynı şekilde değil; ama bunun için onun yanında olmak isteyeceğim. “Sen de mi seviyorsun?” diye fısıldadım kuşkuyla. İç çekti. Çok körsün Edward. Nereye yöneldiğini göremiyor musun? Şimdiden nerede olduğunu göremiyor musun? Bu güneşin doğudan doğmasından daha kaçınılmaz. Ne gördüğüme bak… Dehşetle kafamı salladım. “Hayır.” Bana gösterdiği görüntüleri kapamaya çalıştım. “Bu gidişatı takip etmek zorunda değilim. Gideceğim. Geleceği değiştireceğim.” “Deneyebilirsin,” dedi, sesi şüpheliydi. “Ah, hadi ama!” diye bağırdı Emmett. “Dikkat et,” diye tısladı Rose ona alayla. “Alice onun bir insana aşık olacağını görüyor. Ne kadar klasik Edward!” Öğürme sesi çıkardı. Onu zorlukla duyabildim. “Ne?” dedi Emmett şaşırarak. Sonra gümbürdeyen kahkahası odada yankılandı. “Olan bu muydu?” Tekrar güldü. “Geçmiş olsun Edward.” Elini omzumda hissettim ama anında sallayıp ittim. Ona dikkatimi veremezdim. “Bir insana aşık mı olacak?” diye tekrarladı Esme hayrete düşmüş bir sesle. “Bugün kurtardığı kıza? Ona aşık mı olacak?” “Ne görüyorsun Alice? Tam olarak.” diye sordu Jasper. Ona döndü ve ben yüzünün yanına uyuşmuş şekilde bakmaya devam ettim. “Yeterince güçlü olup olmadığına bağlı. Ya onu kendi öldürecek” – öfkeyle tekrar bana baktı – “ki bu beni gerçekten sinirlendirir, sana ne yapacağından bahsetmeye gerek yok–” tekrar Jasper’a döndü, “ya da bir gün bizden biri olacak.” “Bu gerçekleşmeyecek!” Yine bağırıyordum. “İkisi de!” Alice beni duymuş gibi gözükmüyordu. “Hepsi bağlı,” diye tekrarladı. “Onu öldürmeyecek kadar güçlü olabilir – ama yakın olacak. İnanılmaz büyüklükte bir kontrol gerektirecek. Carlisle’ın sahip olduğundan da fazla. Yalnızca yeterince güçlü olabilir… Yapmak için yeterince güçlü olamayacağı tek şey ondan uzak durmak. Bu kaybedilmiş bir dava.” Sesimi bulamıyordum. Herkes benimle aynı durumda gibi görünüyordu. Oda hareketsizdi. Alice’e baktım ve diğer herkes bana baktı. Dehşete düşmüş ifademi beş farklı bakış açısından görebiliyordum. Uzun süre sonra, Carlisle iç çekti. “Pekala, bu… işleri karmaşıklaştırır.” Emmett katıldı. Sesi hala kahkahaya yakındı. Hayatımın yıkımında şaka bulması için Emmett’e güvenilebilirdi. “Sanırım planlar aynen kalıyor,” dedi Carlisle düşünceli bir halde. “Kalacağız ve izleyececeğiz. Kimse… kızı incitmeyecek.” Katılaştım. “Hayır,” dedi Jasper sessizce. “Bunu kabul edebilirim. Eğer Alice sadece iki yol görüyorsa–” “Hayır!” Sesim bir bağırış ya da homurdanma ya da çaresizlik haykırışı değildi; ama üçünün bir karışımıydı. “Hayır!” Gitmek zorundaydım, düşüncelerinden uzaklaşmak zorundaydım – Rosalie’nin iğrenişi, Emmett’ın mizahı, Carlisle’ın hiç bitmeyen sabrı… Daha kötüsü: Alice’in güveni. Jasper’ın onun güvenine olan güveni. En kötüsü: Esme’nin… mutluluğu. Odadan dışarı çıktım. Esme ben geçerken koluma dokundu; ama hareketine karşılık vermedim. Evden çıkmadan önce koşuyordum. Nehri bir seferde geçtim ve ormana doğru yarıştım. Yağmur tekrar yağıyordu, o kadar yoğundu ki kısa süre içinde sırılsıklam olmuştum. Kalın su tabakasından hoşlanmıştım – benimle dünyanın geri kalanı arasında bir duvar örüyordu. Yalnız kalmamı sağlıyordu. Doğruca doğuya koştum, Seattle’ın ışıklarını görene kadar dağları rotamı değiştirmeden geçtim. İnsan yerleşkesinin yakınına yanaşmadan durdum. Yağmurla kapanmış, tamamen yalnız halde, sonunda yaptığım şeye baktım – geleceği nasıl böldüğüme. İlki, Alice ve kızın kol kola olduğu görüştü – güven ve arkadaşlık o kadar açıktı ki görüntüden bağırıyordu. Bella’nın büyük çikolata renkli gözleri sersemlemiş değildi; ama hala sırlarla doluydu – o anda, mutlu sırlar gibi görünüyorlardı. Alice’in soğuk kolundan çekinmiyordu. Bu ne demekti? Ne kadar biliyordu? Gelecekten hala canlı olan bu anda, benim hakkımda ne düşünüyordu? Diğer görüntü, çok benzerdi; ama şimdi dehşetle boyanmıştı. Alice ve Bella hala güvenilir arkadaşlıkla kol kolalardı; ama şimdi bu kolların arasında farklılık yoktu – ikisi de beyaz, mermer kadar düz, çelik kadar sertti. Bella’nın gözleri artık çikolata rengi değildi. İrisleri parlak, canlı bir kırmızıydı. İçlerindeki sırlar anlaşılmazdı – kabul ediş ya da perişanlık? Söylemek imkansızdı. Yüzü soğuk ve ölümsüzdü. Titredim. Benzer; ama farklı soruları bastıramadım: Bu ne demekti – nasıl ortaya çıkmıştı? Ve şimdi benim hakkımda ne düşünüyordu? Sonuncusuna cevap verebilirdim. Eğer onu zayıflığım ve bencilliğimle bu boş yarı-hayata sürüklersem, şüphesiz benden nefret ederdi. Ama dehşet verici bir görüntü daha vardı – kafamın içinde tuttuğum her görüntüden daha kötü bir tane. Benim kendi gözlerim, insan kanıyla koyu kırmızı, bir canavarın gözleri. Kollarımda Bella’nın zarar görmüş bedeni, kül beyazı, kuru, cansız. Bu çok somuttu, çok net. Bunu görmeye dayanamıyordum. Katlanamıyordum. Aklımdan silmeye çalıştım, başka bir şey görmeye çabaladım, herhangi bir şey. Varlığımın son bölümünde görüşümü engellemiş olan, yaşayan ifadesini tekrar görmeye çalıştım. Alice’in soğuk görüşü zihnimi doldurdu ve sebep olduğu acıyla kıvrandım. Aynı zamanda, içimdeki canavar keyifle, başarısının olasılığına sevinerek uçuyordu. Bu beni hasta etti. İzin veremezdim. Geleceği alt etmenin bir yolu olmalıydı. Alice’in görüşlerinin beni yönlendirmesine izin vermeyecektim. Başka bir yol seçecektim. Her zaman bir seçenek vardı. Olmak zorundaydı. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:34 pm | |
| 5. Davetler
Lise. Artık Araf değildi, şimdi tamamen cehennemdi. İşkence ve ateş… evet ikisi de vardı. Artık her şeyi doğru yapıyordum. Her ‘i’ noktalı, her ‘t’ çizgili. Kimse sorumluluklarımdan kaytardığımdan şikayet edemezdi. Esme’yi memnun etmek ve diğerlerini korumak için Forks’ta kaldım. Eski çizelgeleme döndüm. Kalanından daha fazla avlanmadım. Her gün, liseye gittim ve insanı oynadım. Her gün, Cullen’larla ilgili yeni bir şey olup olmadığını kontrol etmek için dikkatle dinledim – hiçbir şey yoktu. Kız şüpheleriyle ilgili tek kelime etmemişti. Sadece istekli dinleyicileri sıkılıp daha fazla ayrıntı için sorular sormayı kesene kadar aynı hikayeyi tekrarlayıp durmuştu – onun yanında duruyordum ve onu yoldan çekmiştim. Tehlike yoktu. Acele davranışım nedeniyle kimse incinmemişti. Benden başka kimse. Geleceği değiştirmeye kararlıydım. Birini sınamak için en kolay görev değildi; ama birlikte yaşayabileceğim başka bir seçenek yoktu. Alice kızdan uzak duracak kadar güçlü olamayacağımı söylemişti. Ona yanıldığını kanıtlayacaktım. İlk günün en zoru olacağını düşünmüştüm. Sonuna doğru, durumun bu olduğundan emindim; ama yanılıyordum. Kızı inciteceğimi bilmek beni için için yakıyordu. Kendimi, acısının benimkiyle karşılaştırıldığında bir iğne batmasından fazla olmayacağı gerçeğiyle rahatlatıyordum. Bella insandı ve benim başka bir şey, yanlış bir şey, korkunç bir şey olduğumu biliyordu. Muhtemelen ona sırtımı dönüp, yokmuş gibi davrandığımda yaralanmak yerine rahatlardı. “Merhaba Edward.” diye selamladı beni ilk gün Biyolojide. Sesi hoş ve arkadaş canlısıydı, onunla son konuştuğum zamanki halinden yüz seksen derece dönüktü. Niye? Bu değişiklik ne anlama geliyordu? Unutmuş muydu? Hepsini hayal ettiğine mi karar vermişti? Gerçekten sözümü tutmamamı affetmiş olabilir miydi? Bu sorular her nefes alışımda bana saldıran susuzluk gibi yaktı. Sadece bir an gözlerine baksam, sadece cevapları orada okuyup okuyamayacağımı görsem… Hayır. Eğer geleceği değiştireceksem, kendime bunun için bile izin veremezdim. Odanın önünden gözlerimi ayırmadan çenemi ona doğru çevirdim. Bir kere başımı eğdim ve sonra yüzümü direkt öne çevirdim. Bir daha benimle konuşmadı. O öğleden sonra, okul bittiği, rolüm oynandığı anda önceki gün yaptığım gibi Seattle’a koştum. Yerin üzerinde uçar, etrafımdaki her şey yeşil bir bulanıklığa dönüşürken acıyla başa çıkmak biraz daha kolay gibi geliyordu. Bu koşu günlük alışkanlığım haline geldi. Onu seviyor muydum? Sanmıyordum. Henüz değil. Alice'in o gelecekle ilgili görüşlerine takılmıştım ama, ve Bella'yla aşka düşmenin ne kadar kolay olacağını görebiliyordum. Tıpkı düşmek gibi olacaktı: zahmetsiz. Kendime ona aşık olma izni vermemek ise düşmenin tam tersiydi – ellerimle kendimi uçurumun yüzünde tutmaktı, bu görev bir ölümlü gücünden fazlasına sahip değilmişim gibi perişan ediciydi. Bir aydan uzun süre geçti ve her gün zorlaştı. Bu mantıklı değildi – atlatmayı bekliyordum, kolaylaşmasını. Alice’in kızdan uzak duramayacağımı söylerken kastettiği bu olmalıydı. Acının artışını görmüştü; ama ben acıyla başa çıkabilirdim. Bella’nın geleceğini yok etmeyecektim. Eğer kaderimde onu sevmek varsa, yapabileceğim en iyi şey ondan uzak durmak değil miydi? Uzak durmak katlanabileceğimin limitindeydi ama. Görmezden geliyormuş gibi davranıp ona hiç bakmayabilirdim. Beni hiç ilgilendirmiyormuş gibi davranabilirdim; ama bu dış görünüşteydi, sadece roldü ve gerçek değildi. Hala aldığı her nefese, söylediği her söze bağlıydım. İşkencelerimi dört kategoriye ayırmıştım. İlk ikisi tanıdıktı. Kokusu ve sessizliği. Ya da daha doğrusu – sorumluluğu ait olduğu yere, kendime alırsam – susuzluğum ve merakım. Susuzluk işkencelerimin en başlıcasıydı. Artık Biyoloji’de nefes almamak alışkanlık olmuştu. Tabii ki, her zaman istisnalar oluyordu – bir soru cevaplamak zorunda kaldığımda konuşmak için nefes almaya ihtiyacım oluyordu. Kızın çevresindeki havayı tattığım her sefer, ilk günle aynıydı – ateş ve ihtiyaç ve dışarı çıkmak için çaresiz olan zalim şiddet. Tıpkı ilk günüm gibi, içimdeki canavar kükrüyordu, yüzeye çok yakındı… Merak, işkencelerimin en daimi olanıydı. “Şu anda ne düşünüyor?” sorusu aklımdan hiç çıkmıyordu. Sessizce içini çektiğini duyduğumda, parmaklarıyla saçındaki bir bukleyi büktüğünde, kitaplarını masaya her zamankinden daha sert attığında, sınıfa geç kaldığında, ayaklarını yerde sabırsızca vurduğunda… Çevresel görüşümde yakaladığım her hareketi çileden çıkarıcı birer gizemdi. Diğer insan öğrencilerle konuştuğunda, her kelimesini ve tonunu analiz ediyordum. Düşüncelerini mi söylüyordu? Genelde dinleyicisinin beklediğini söylüyor gibi geliyordu ve bu bana ailemi, bizim aldatıcı günlük yaşamımızı hatırlatıyordu – bunda ondan daha iyiydik. Eğer yanılmıyor, sadece hayal etmiyorsam. Neden rol yapmak zorunda olsundu ki? Onlardan biriydi – genç bir insan. Mike Newton, işkencelerimin en şaşırtıcı olanıydı. Kim böyle genel, sıkıcı bir ölümlünün bu kadar sinir bozucu olabileceğini hayal ederdi ki? Adil olmak gerekirse, bu rahatsız edici çocuğa şükran duymalıydım; kızı diğerlerinden daha fazla konuşturduğu için. Bu diyaloglar sırasında onun hakkında çok şey öğrenmiştim – hala listemi derliyordum – ama aksine, Mike’ın bu projedeki yardımı beni sadece daha çok kızdırıyordu. Mike’ın onun sırlarının kilitlerini açan kişi olmasını istemiyordum. Bunu ben yapmak istiyordum. Açığa çıkardığı küçük şeyleri hiç fark etmemesi yardımcı oluyordu. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Kafasında aslında var olmayan bir Bella yaratmıştı – kendisi kadar genel bir kız. Onu diğer insanlardan ayıran cesaretini ve fedakarlığını görmemişti, ona söylediği düşüncelerindeki olağandışı olgunluğu duymamıştı. Annesi hakkında konuştuğunda, çocuğu hakkında konuşan bir ebeveyn gibi gözüktüğünü algılamamıştı – sevgi dolu, hoşgörülü, belli belirsiz eğlenmiş ve kuvvetli bir şekilde koruyucu. Saçma sapan hikayeleriyle ilgileniyormuş gibi yaparken sesindeki sabrı duymamıştı ve bu sabrın altındaki iyiliği tahmin edememişti. Mike ile olan diyaloglarından, listeme en önemli özelliğini ekleyebilmiştim, en önemli olanı ve nadir olduğu kadar basit de olanı. Bella iyiydi. Listeye eklediğim bütün o özelliklerin yanında – nezaketi ve fedakarlığı ve özverisi ve şefkati ve cesareti gibi – baştan aşağı iyiydi. Bu yardımcı keşifler beni o çocuğa ısıtmıyordu ama. Bella’yı sahiplenişi – sanki kazanılacak bir eşyaymış gibi – beni onunla ilgili kaba fantezileri kadar sinirlendiriyordu. Zaman geçtikçe kendine daha da güveniyordu, Bella rakiplerine karşı – Tyler Crowley, Eric Yorkie ve arada sırada ben – onu seçmiş gibi gözüktüğü için. Alışkanlık olarak ders başlamadan önce her zaman sıramıza oturup onunla konuşuyor, gülümsemeleriyle cesaretleniyordu. Sadece nazik gülümsemeler, dedim kendi kendime. Yine de, sık sık elimin tersiyle onu odanın diğer ucuna, uzak duvara fırlatışımı hayal ederek eğleniyordum… Bu muhtemelen onu ölümcül derece yaralamazdı… Mike beni genelde rakip olarak düşünmüyordu. Kazadan sonra, Bella ve benim paylaştığımız deneyim nedeniyle birbirimize bağlanacağımızdan endişelenmişti; ama açıktı ki, tam tersi olmuştu. Ondan önce, hala Bella’ya diğer öğrencilerden daha çok ilgi gösterdiğim için rahatsızdı; ama şimdi onu da diğerleri gibi görmezden geliyordum ve Mike halinden gittikçe daha çok memnun kalıyordu. Şimdi ne düşünüyordu? Onun ilgisini hoş karşılıyor muydu? Ve son olarak, işkencelerimin sonuncusu, en acı verici olanı: Bella’nın kayıtsızlığı. Benim onu görmezden geldiğim gibi, o da beni görmezden geliyordu. Benimle konuşmayı bir daha asla denemedi. Bildiğim kadarıyla, beni bir daha asla düşünmedi. Beni beni delirtebilirdi – ya da geleceği değiştirmek için olan çözümümü bozmama yol açabilirdi – eğer bana bazen eskisi gibi bakıyor olmasaydı. Bunu kendim göremiyordum, ona bakmak için kendime izin veremiyordum; ama Alice o bakmak üzereyken bizi uyarıyordu; diğerleri hala kızın sorun çıkarabilecek bilgilerinden endişeliydi. Bana arada sırada uzaktan bakıyor oluşu, acımı biraz hafifletiyordu. Tabii, sadece ne tür bir ucube olduğumu merak ediyor da olabilirdi. “Bella bir dakika içinde Edward’a bakacak. Normal görünün.” dedi Alice mart ayında bir Salı günü. Bana ne kadar sık baktığına dikkat ediyordum. Zaman geçtikçe bu sıklığın azalmaması, etmemesi gerekmesine rağmen, beni memnun ediyordu. Ne anlama geldiğini bilmiyordum; ama daha iyi hissetmemi sağlıyordu. Alice iç çekti. Keşke… “Bu işten uzak dur Alice.” dedim. “Böyle bir şey olmayacak.” Suratını astı. Alice öngördüğü, Bella ile olan arkadaşlığı için heyecanlıydı. Garip bir şekilde, tanımadığı bir kızı özlüyordu. İtiraf etmeliyim, düşündüğümden daha iyisin. Geleceği yine karmaşık, mantıksız bir hale getirdin. Umarım mutlusundur. “Bana gayet mantıklı geliyor.” Homurdandı. Sesini kesmeye çalıştım. Pek iyi bir ruh halinde değildim – onlara gösterdiğimden daha gergindim. Sadece Jasper ne kadar incindiğimin farkındaydı, ekstra yeteneğiyle yaşadığım stresi hissedebiliyordu. Bu duyguların altındaki sebepleri anlamıyordu gerçi ve – son zamanlarda daima kötü durumda olduğum için – önemsemiyordu. Bugün zor olacaktı. Önceki günden daha zor. Mike Newton, beni rakip olarak görmesine izin vermediğim iğrenç çocuk, Bella’ya çıkma teklif edecekti. Kızların teklif ettiği dans en yakın ufuktu ve Bella’nın ona sormasını umuyordu, ki sormamıştı ve bu onun güvenini kırmıştı. Şimdi rahatsız bir durumdaydı – onun rahatsızlığından, almam gerekenden çok daha fazla keyif aldım – çünkü Jessica Stanley ona dansa beraber gitmeyi teklif etmişti. “Evet” demek istememişti, hala Bella’nın ona soracağını ümit ediyordu(ve rakiplerine karşı kazandığını kanıtlayacağını); ama “hayır” da deyip dansa gitme şansını tamamen kaybetmek de istememişti. Jessica onun tereddüdünden incinmişti. Sebebin Bella olduğunu düşünüyordu ve ona öfkeliydi. Yine, Jessica’nın kızgın düşünceleri ile Bella’nın arasına kendimi atma içgüdüsünü hissettim. Şimdi daha iyi anlıyordum; ama bu, harekete geçemeyince sadece durumu daha da sinir bozucu hale getiriyordu. Duruma bak! Daha önce aşağıladığım, önemsiz lise dramlarına takmıştım. Mike Bella’yla Biyoloji’ye yürürken cesaretini toplamaya çalışıyordu. Gelmelerini beklerken çabalarını dinledim. Çocuk acizdi. Hayranlığını o kendini tercih etmeden önce göstermeye korkup, teklif beklemişti. Reddedilmeye açık hale gelmek istememiş, ilk adımı onun atmasını beklemişti. Ödlek. Yakınlığıyla rahat bir şekilde tekrar masamıza oturdu ve ben vücudu karşıdaki duvara kemiklerinin çoğu kırılacak şekilde çarptığında çıkacak sesi hayal ettim. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:34 pm | |
| “Şeyy” dedi kıza, gözleri yerdeyken. “Jessica bana bahar dansına beraber gitmeyi teklif etti.” “Bu harika.” dedi Bella anında hevesle. Ses tonu Mike’ı çökertirken gülümsememek çok zordu. Mike onun üzülmesini ummuştu. “Jessica’yla çok eğleneceksiniz.” Doğru cevap için güçlük çekti. “Ee…” tereddüt etti ve neredeyse korktu. Sonra toparlandı. “Ona düşünmem gerektiğini söyledim.” “Niye böyle bir şey yapasın ki?” diye sordu. Sesi onaylamaz bir tondaydı; ama hafif bir rahatlama da vardı. Bu ne demekti? Beklenmedik bir öfke ellerimi yumruk yapmama neden oldu. Mike rahatlığı duymuş gibi gözükmüyordu. Yüzü kanla kırmızıydı – aniden hissettiğim öfkeyle, bu bir davet gibi gözüktü – ve konuşurken yine yere baktı. “Merak ediyordum da… acaba sen… belki bana sormayı düşünüyorsundur?” Bella durakladı. Durakladığı anda, Alice’in hiç görmediği netlikte geleceği gördüm. Kız Mike’ın sorusuna şimdi evet diyebilirdi ya da demeyebilirdi; ama her halükarda, yakın bir zamanda birine evet diyecekti. Güzel ve ilgi çekiciydi ve insan erkekler bu gerçeğin farkındaydı. Bu kalabalıktan birini seçse de, Forks’tan ayrılana kadar beklese de, o gün gelecekti ve evet diyecekti. Daha önceki gibi onun hayatını gördüm – üniversite, kariyer… aşk, evlilik. Onu yine babasının kolunda, beyazlar içinde, yüzü mutluluktan kızararak, Wagner’ın marşı eşliğinde yürürken gördüm. Acı, daha önce hissettiğim her şeyden daha fazlaydı. Bir insan bu acıyı hissetmek için ölüm eşiğinde olmalıydı – bir insan bundan sağ kurtulamazdı. Ve sadece acı değil, düpedüz hiddet. Bu önemsiz, hak etmeyen çocuk, Bella’nın evet diyeceği kişi olmayabilecekse de, kafatasını ellerimle parçalamayı arzuladım, o kişi kim olursa, yaşanacakların bir temsili olarak. Bu duyguyu anlayamadım – acı ve hiddet ve arzu ve umutsuzluğun bir karışımıydı. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim; bir isim koyamıyordum. “Mike, bence ona evet demelisin.” dedi Bella nazik bir sesle. Mike’ın umutları kırıldı. Başka şartlar altında keyif alabilirdim; ama acının şokuyla kendimi kaybetmiştim – ve bu acı ile hiddettin bana ne yaptığının pişmanlığıyla. Alice haklıydı. Yeterince güçlü değildim. Şu anda, geleceğin dönüp değişmesini, tekrar bozulmasını izliyor olmalıydı. Memnun olur muydu? “Birine mi sordun?” dedi Mike aksi bir şekilde. Haftalardır ilk defa şüpheyle bana baktı. İlgime ihanet ettiğimi fark ettim; başım Bella’ya doğru eğilmişti. Düşüncelerindeki vahşi haset – kızın ona tercih ettiği her kimse ona hissettiği haset – aniden isimsiz duygularıma ad verdi. Kıskanıyordum. “Hayır.” dedi kız sesinde alttan alıcı bir tonla. “Dansa gitmeyeceğim.” Bütün o pişmanlık ve öfkeye rağmen, bu kelimeleriyle rahatladım. Birdenbire kendi rakiplerimi düşünüyordum. “Niye?” diye sordu Mike sesi neredeyse kaba bir şekilde. Onunla konuşurken bu tonu kullanması beni kızdırdı. Bir hırlamayı geri yuttum. “O cumartesi Seattle’a gidiyorum.” diye cevapladı. Merak daha önce olacağı kadar şiddetli değildi – artık her şeyin cevabını bulmaya niyetliydim. Nerede ve neden sorularına cevapları yeterince kısa zamanda bulacaktım. Mike’ın tonu rahatsız edici derecede yaltakçı hale geldi. “Başka bir hafta sonu gidemez misin?” “Kusura bakma, hayır.” Bella’nın sesi şimdi sertti. “O yüzden Jess’i daha fazla bekletmemelisin – bu kabalık olur.” Jessica’nın duygularına olan alakası kıskançlığımı alevlendirdi. Bu Seattle yolculuğu belli ki hayır demek için bir bahaneydi – arkadaşına olan sadakati için mi reddetmişti? Bunun için gerekenden fazla özveriliydi. Gerçekten evet diyebilecek olmayı diler miydi? Ya da her iki tahmin de yanlış mıydı? Başka biriyle mi ilgileniyordu? “Evet, haklısın.” diye mırıldandı Mike. O kadar morali bozuldu ki neredeyse ona acıyacaktım. Neredeyse. Gözlerini kızdan uzaklaştırdı, düşüncelerinde onun yüzünü görmemi engelledi. Buna tolerans göstermeyecektim. Bir aydan uzun zamandır ilk defa yüzünü kendim okuyabilmek için ona döndüm. Kendime bunun için izin vermek büyük bir rahatlıktı, uzun süredir su altında olan insan akciğerlerinin nefes alışı gibi. Gözleri kapalıydı ve elleri yüzünün iki yanındaydı. Omuzları savunma amaçlı içe doğru dönmüştü. Başını, zihninden bazı düşünceleri itmek istiyormuşçasına çok hafifçe salladı. Sinir bozucu. Büyüleyici. Bay Banner’ın sesi onu dalgınlığından çıkardı ve gözleri yavaşça açıldı. Muhtemelen bakışımı hissederek, gözlerime, uzun süredir aklımdan çıkmayan o sersemlemiş ifadeyle baktı. O saniyede suçluluk, pişmanlık ya da hiddet hissetmedim. Geri geleceklerini ve kısa zaman içinde geri geleceklerini biliyordum; ama o anda garip, şiddetli bir sarhoşluk hissettim, sanki kaybetmekten ziyade, zafer kazanmış gibi. Berrak kahverengi gözlerinden düşüncelerini okumaya çalışırken, ona uygunsuz bir şiddetle bakmama rağmen, gözlerini kaçırmadı. Cevaplardan çok, sorularla dolulardı. Kendi gözlerimin yansımasını ve susuzluktan simsiyah olduklarını da görebiliyordum. Son avlanmamdan beri neredeyse iki hafta olmuştu; bu irademin yıkılması için en güvenli gün değildi; ama siyahlık onu korkutmuş gibi gözükmüyordu. Hala gözlerini kaçırmıyordu ve yumuşak, mahvedici derecede çekici bir pembe tenini renklendirmeye başladı. Şimdi ne düşünüyordu? Neredeyse soruyu sesli soracaktım; fakat o anda Bay Banner bana seslendi. Onun tarafına doğru kısa bir bakış atıp, aklından cevabı okudum. Hızlı bir soluk aldım. “Krebs Döngüsü.” Susuzluk boğazımı yaktı – kaslarımı gerginleştirip, ağzımı zehirle doldurdu – ve gözlerimi kapayıp içimde büyüyen, kanına duyduğum arzuya karşı odaklanmaya çalıştım. Canavar öncekinden güçlüydü. Canavar keyifliydi. Kendisine şiddetle arzuladığı şey için eşit şans veren geleceği benimsedi. Dağılan irademle – o kadar şey arasında genel kıskançlıkla yok olan – üçüncü, titrek geleceği inşa etmeye çalışıyordu ve amacına çok daha yakındı. Pişmanlık ve suçluluk, susuzlukla beraber yaktı ve eğer gözyaşı üretebilseydim, o anda gözlerimi doldurmuş olurlardı. Ne yapmıştım? Savaşın çoktan kaybedildiğini bildiğime göre, istediğim şeye direnmenin bir sebebi yoktu; döndüm ve tekrar kıza gözlerimi diktim. Saçının arkasına saklanmıştı; ama aralardan yanaklarının koyu kırmızı olduğunu görebiliyordum. Canavar bundan hoşlandı. Bakışımla tekrar buluşmadı; fakat koyu saçının bir buklesini parmaklarıyla gergin bir biçimde büktü. İnce parmaklarıyla, kırılgan bileğiyle – çok narinlerdi, sanki sadece nefesim onları kırabilirmiş gibi. Hayır, hayır, hayır. Bunu yapamazdım. O çok narindi, çok iyiydi, bu kaderi hak etmek için çok değerliydi. Hayatımın onunkiyle çatışıp, onu yok etmesine izin veremezdim. Ama ondan uzak da duramazdım. Alice bu konuda haklıydı. Ben tereddüt ederken içimdeki canavar sinirle tısladı. Bir saat çok çabuk geçti. Zil çaldığında bana bakmadan eşyalarını toplamaya başladı. Bu beni hayal kırıklığına uğrattı; ama başka türlüsünü bekleyemezdim. Kazadan beri ona olan davranışlarım affedilemezdi. “Bella?” dedim kendimi durduramayarak. İradem çoktan toz halindeydi. Bana bakmadan önce durakladı; döndüğünde ifadesi ihtiyatlı, güvensizdi. Güvenmemesi için her türlü hakkı olduğunu hatırlattım kendime. Güvenmemesi gerektiğini. Devam etmemi bekledi; ama sadece yüzünü okuyarak onu izledim. Susuzluğumla savaşarak sıradan aralıklarla sığ nefesler aldım. “Ne?” dedi sonunda. “Benimle tekrar mı konuşuyorsun?” Sesindeki dargınlığı, siniri gibi, sevimliydi. Gülümsemek istememe neden oldu. Sorusuna nasıl cevap vereceğimden emin değildim. Onunla konuşuyor muydum, kastettiği şekilde? Hayır. Eğer başarabilirsem hayır. Başarabilmeyi deneyecektim. “Hayır, tam olarak değil.” dedim ona. Gözlerini kapadı, bu beni rahatsız etti. Duygularına ulaşmamın en iyi yolunu kesmişti. Onları açmadan uzun, yavaş bir nefes aldı. Çenesi kenetliydi. Hala gözleri kapalıyken, konuştu. Bu diyalog kurmak için normal bir insan yolu değildi. Niye böyle yapmıştı? “O zaman ne istiyorsun Edward?” Dudaklarındaki ismimin sesi, vücuduma değişik şeyler yaptı. Eğer kalp atışım olsaydı, hızlanırdı. Ama ona nasıl cevap verecektim? Gerçeği söylemeye karar verdim. Bundan sonra ona karşı mümkün olduğunca dürüst olacaktım. Güvensizliğini hak etmek istemiyordum, güvenini kazanmak imkansız olsa bile. “Özür dilerim,” dedim ona. Bu bilebileceğinden daha doğruydu. Maalesef, tehlikesizce sadece özür dileyebilirdim. “Çok kaba davranıyorum, biliyorum; ama böylesi daha iyi, gerçekten.” Eğer bunu sürdürebilir, kaba olmaya devam edebilirsem onun için daha iyi olacaktı. Yapabilir miydim? Gözleri açıldı, ifadesi hala ihtiyatlıydı. “Neden bahsettiğini anlamıyorum.” Onu iznim olduğu kadar uyarmaya çalıştım. “Eğer arkadaş olmazsak daha iyi.” Şüphesiz, bu kadarını hissedebilirdi. Zeki bir kızdı. “Bana güven.” Gözleri kısıldı ve bu kelimeleri ona daha önce söylediğimi hatırladım – tam da bir sözü bozmadan önce. Dişlerini birbirine kenetlediğinde irkildim – belli ki o da hatırlamıştı. “Bunu daha önce anlayamamış olman çok kötü.” dedi sinirle. “Kendini bütün bu pişmanlıktan kurtarabilirdin.” Ona şok içinde baktım. Pişmanlıklarımla ilgili ne biliyordu? “Pişmanlık mı? Neyin pişmanlığı?” “O aptal minibüsün beni ezmesine izin vermemenin pişmanlığı!” diye çıkıştı. Afallayıp donakaldım. Bunu nasıl düşünüyor olabilirdi? Hayatını kurtarmak onunla tanıştığımdan beri yaptığım, kabul edilebilir tek şeydi. Utanmadığım tek şey. Var olduğum için beni sevindiren tek şey. Kokusunu yakaladığımdan beri onu hayatta tutmak için savaşıyordum. Bunu nasıl düşünebilirdi? Bütün bu karmaşa içinde yaptığım tek iyi şeyi sorgulamaya nasıl kalkışabilirdi? “Hayatını kurtardığım için pişman olduğumu mu sanıyorsun?” “Olduğunu biliyorum.” Amaçlarımı değerlendirişi beni öfkelendirdi. “Hiçbir şey bilmiyorsun.” Zihninin çalışması ne kadar kafa karıştırıcı ve anlaşılmazdı! Diğer insanlar gibi düşünmüyor olmalıydı. İç sessizliğinin sebebi bu olmalıydı. Tamamen farklıydı. Dişlerini gıcırdatarak yüzünü çevirdi. Yanakları bu sefer öfkeyle kızarmıştı. Kitaplarını sertçe topladı, kollarına aldı ve bakışımla buluşmadan kapıdan dışarı yöneldi. Sinirli olsam da, öfkesini biraz eğlendirici bulmamak imkansızdı. Nereye gittiğine bakmadan katı şekilde yürüdü ve ayağı kapının eşiğine takıldı. Sendeledi, elindekiler yere düştü. Onları almaya eğilmek yerine aşağı bile bakmadan dimdik durdu, sanki toplanmaya değip değmediklerinden emin değilmiş gibi. Gülmemeyi başarabildim. Beni izleyen kimse yoktu; onun yanına uçtum, bakmadan önce kitaplarını topladım. Eğildiğinde beni gördü ve donakaldı. Kitaplarını, buz tenimin onunkine değmemesine dikkat ederek ona uzattım. “Teşekkürler.” dedi soğuk, sert bir sesle. Tonu rahatsızlığımı geri getirdi. “Bir şey değil.” dedim aynı soğuklukla. Kalktı ve ayaklarını vurarak bir sonraki sınıfına ilerledi. Sinirli figürünü gözden kaybolana kadar izledim. İspanyolca bir bulanıklık içinde geçti. Bayan Goff dalgınlığımı hiç sorgulamadı – benim İspanyolcamın onunkinden iyi olduğunu biliyordu ve bana rahatlık tanıdı – düşünmek için beni özgür bıraktı. Yani, kızı görmezden gelemezdim. Çok açıktı; ama bu onu yok etmekten başka hiçbir şansım olmadığı anlamına mı geliyordu? Tek mümkün gelecek bu olamazdı. Başka bir seçenek olmak zorundaydı, narin bir denge. Bir yol düşünmeliydim… Saat neredeyse bitene kadar Emmett’a dikkat etmemiştim. Meraklıydı – Emmett karşısındakilerin ruh hallerine karşı pek hassas değildi; ama bendeki açık değişikliği görebiliyordu. Yüzümden hiç gevşemeyen öfkeli bakışı neyin kaldırdığını merak ediyordu. Değişikliği tanımlamak için çabaladı ve sonunda umutlu göründüğüme karar verdi. Umutlu? Dışarıdan böyle mi görünüyordum? Volvo’ma yürürken umut üzerine düşündüm, tam olarak ne için umutlanmam gerektiğini merak ettim. Ama düşünmek için çok vaktim olmadı. Kızla ilgili düşüncelere çok hassas olduğum için, benim… benim rakiplerimin – sanırım itiraf etmeliydim – kafalarındaki Bella’nın ismi dikkatimi çekti. Eric ve Tyler, Mike’ın başarısızlığını – büyük bir tatminle – duymuşlardı ve kendi hamlelerini yapmaya hazırlanıyorlardı. Eric şimdiden Bella’nın ondan kaçamayacağı yerindeydi, kamyonetinin yanında bekliyordu. Tyler’ın sınıfı bir ödev teslimi için geç bırakılmıştı ve Bella’yı kaçmadan önce yakalamak için çaresiz bir acele içindeydi. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:34 pm | |
| Bunu görmek zorundaydım. “Diğerlerini burada bekle, tamam mı?” diye mırıldandım Emmett’a. Beni şüpheyle süzdü; ama sonra omuzlarını silkip başını salladı. Çocuk aklını yitirdi, diye düşündü, garip isteğimle eğlenerek. Bella’nın spor salonundan çıktığını gördüm, beni göremeyeceği bir yerde bekledim. Eric’in pusuda beklediği kamyonetine yaklaştığında ileri yürüdüm, adımlarımı doğru anda geçmek için ayarladım. Onu bekleyen oğlanı gördüğünde vücudunun katılaştığını gördüm. Bir an donakaldı, sonra rahatladı ve ilerledi. “Selam Eric.” diye seslendiğini duydum dostça bir sesle. Birdenbire ve beklenmedik şekilde gerildim. Ya sağlıksız bir cilde sahip bu uzun çocuk ona bir şekilde hoş geliyorsa? Eric yüksek sesle yutkundu. “Selam Bella.” Oğlanın gerginliğinin farkında değil gibi görünüyordu. “N’aber?” diye sordu Bella, karşısındakinin korkmuş yüz ifadesine bakmadan kamyonetinin kilidini açarak. “Iı, sadece acaba… benimle bahar dansına gelmek ister misin?” Sesi çatladı. Sonunda yukarı baktı. Şaşırmış mıydı yoksa memnun mu kalmıştı? Eric onun bakışıyla buluşamadı, o yüzden yüzünü zihninde göremedim. “Kızların teklif ettiğini sanıyordum.” dedi. “Evet.” diye katıldı perişan halde. Bu zavallı çocuk beni Mike Newton kadar sinirlendirmedi; ama Bella nazik bir sesle cevap verene kadar ona acıyamadım. “Sorduğun için teşekkürler; ama o gün Seattle’da olacağım.” “Ah,” diye mırıldandı zorlukla gözlerini onun burun hizasına kaldırarak. “Belki bir dahaki sefere.” “Tabii.” diye katıldı. Sonra sanki açık kapı bırakmaktan pişman olmuş gibi dudağını ısırdı. Bundan hoşlandım. Eric öne doğru çöktü ve uzaklaştı. Yanlış yöne gidiyordu. Tek düşüncesi kaçmaktı. Tam o anda yanından geçtim ve rahatlıkla iç çektiğini duydum. Güldüm. Sese doğru döndü; ama ben direkt önüme bakıp dudaklarımın keyifle kıvrılmasını engellemeye çalıştım. Tyler arkamdaydı, Bella uzaklaşmadan önce onu yakalayabilmek için neredeyse koşuyordu. Diğerlerinden daha cesur ve kendine güvenliydi; Bella’ya yaklaşmak için bu kadar uzun beklemesinin tek sebebi Mike’ın öncelik hakkına saygı duymasıydı. Onu yakalamada başarılı olmasını iki sebepten istiyordum. Eğer – şüphelendiğim gibi – bütün bu ilgi Bella’yı rahatsız ediyorsa, tepkisini izleyerek eğlenmek istiyordum; ama eğer değilse – eğer Tyler’ın davetini ümit ediyorsa– bunu da bilmek istiyordum. Tyler Crowley’yi rakip olarak görüyordum, bunun yanlış bir şey olduğunu bile bile. Bana tamamen sıradan görünüyordu; ama Bella’nın tercihleriyle ilgili ne biliyordum ki? Belki de sıradan erkeklerden hoşlanıyordu… Bu düşünceden ürktüm. Asla sıradan bir erkek olamazdım. Kendimi onunla ilgilenenlere rakip olarak görmek çok aptalcaydı. Her bakış açısından bir canavar olan birinden nasıl hoşlanabilirdi ki? Bir canavar için çok iyiydi. Kaçmasına izin vermeliydim; ama bağışlanamaz merakım beni doğru olanı yapmaktan alıkoydu. Yine. Ancak Tyler şimdi şansını kaçırırsa, onunla iletişime benim sonucu öğrenemeyeceğim bir zamanda geçecekti. Volvo’mu dar yola koyarak yolunu tıkadım. Emmett ve diğerleri arabaya doğru ilerliyorlardı; ama o, garip davranışımı diğerlerine açıklamıştı ve şimdi beni izleyerek, ne yaptığımı anlayamaya çalışarak yavaş yavaş yürüyorlardı. Kızı dikiz aynamdan izledim. Bakışımla buluşmadan arabamın arkasına öfkeyle baktı, paslanmış bir Chevy yerine tank sürüyor olmayı diliyor gibi görünüyordu. Tyler aceleyle arabasına gitti ve anlaşılmaz davranışıma minnettar kalarak onun arkasındaki sıraya girdi. Ona el salladı; ama Bella fark etmedi. Bir an bekledi, sonra arabasını bırakıp kamyonetin penceresine doğru gitti. Camı tıklattı. Bella olduğu yerde zıpladı ve sonra kafası karışarak ona baktı. Bir saniye sonra zorlanarak pencereyi indirdi. “Özür dilerim Tyler,” dedi sinirli bir sesle. “Cullen’ın arkasında takıldım.” Soyadımı sert bir sesle söylemişti – bana hala öfkeliydi. “Ah, biliyorum.” dedi Tyler, onun rahatsızlığı üzerine yılmayarak. “Sadece hazır burada sıkışmışken sana bir şey sormak istedim.” Sırıtışı kendinden emindi. Açık niyeti üzerine kızın teninin beyazlaşmasından memnun kaldım. “Bana bahar dansı teklifi eder misin?” diye sordu, aklında reddedilme fikri olmadan. “Şehir dışında olacağım Tyler.” Sesinde sinir hala belliydi. “Evet, Mike söyledi.” “O zaman niye–?” Omuz silkti. “Sadece onu reddetmek için bir bahane olduğunu umuyordum.” Gözlerinde şimşekler çaktı, sonra soğudu. “Üzgünüm Tyler.” dedi, sesi hiçbir şekilde üzgün değildi. “Gerçekten şehir dışında olacağım.” Bu bahaneyi kabul etti, kendine güveni hala sağlamdı. “Sorun değil. Önümüzde balo var.” Arabasına geri döndü. Bunu beklemekte haklıydım. Yüzündeki dehşete düşmüş ifadeye paha biçilemezdi. Bana bilmek için bu kadar çaresiz olmamam gereken şeyi söylüyordu – onunla ilgilenen insan erkeklere karşı hiçbir şey hissetmediğini. Ayrıca, ifadesi muhtemelen gördüğüm en komik şeydi. Ailem, görüş alanındaki her şeye kaşlarımı çatarak öfkeyle bakmak yerine, kahkahayla sarsılıyor olmama şaşırarak arabaya vardı. Bu kadar komik olan ne? Emmett öğrenmek istiyordu. Bella öfkeyle gürültülü motoru hızlandırdığında yine kahkahalara boğulurken sadece kafamı salladım. Yine bir tank diliyor gibi görünüyordu. “Gidelim!” diye tısladı Rosalie sabırsızlıkla. “Geri zekalılık yapmayı kes. Eğer başarabilirsen.” Sözleri beni sinirlendirmedi – çok eğleniyordum. Ancak istediğini yaptım. Eve giderken kimse benimle konuşmadı. Bella’nın yüzünü düşünerek gülmeye devam ettim. Artık görgü tanığı olmadığı için hızlanarak yola döndüğümde Alice ruh halimi mahvetti. “Yani, artık Bella’yla konuşabilecek miyim?” diye sordu aniden, söyleyeceklerini düşünüp bana uyarı vermeden. “Hayır.” diye çıkıştım. “Bu hiç adil değil! Neyi bekliyorum?” “Henüz hiçbir şeye karar verdim Alice.” “Her neyse Edward.” Kafasında, Bella’nın iki kaderi yine netti. “Onu tanımanın anlamı ne,” dedim, aniden suratsızlaşarak, “eğer onu öldüreceksem?” Alice bir saniyeliğine durakladı. “Haklısın.” diye itiraf etti. Son köşeyi saatte doksan mille döndüm ve garajın arka duvarına bir santim kala durdum. “İyi koşular.” dedi Rosalie kendini beğenmiş bir tavırla, ben kendimi arabadan atarken. Ama bugün koşmaya gitmedim. Onun yerine, avlanmaya gittim. Diğerleri yarın avlanacaklardı; ama şimdi susuz olmayı göze alamazdım. Yine abarttım, gerekenden daha fazla içip kendimi şişirdim – küçük bir grup geyik ve yılın erken zamanında karşılaştığım için şanslı olduğum siyah bir ayı. O kadar doluydum ki rahatsız ediciydi. Bu niye yeterli olamıyordu? Niye kokusu her şeyden daha güçlü olmak zorundaydı? Sonraki güne hazırlık için avlanmıştım; ama daha fazla avlanamayacak duruma geldiğimde ve güneşin doğmasına daha saatler olduğunu gördüğümde, ertesi günün yeterince yakın olmadığını fark ettim. Gidip kızı bulacağımı anladığımda öfke beni tekrar sardı. Forks’a dönerken kendimle tartıştım; ama daha az asil olan taraf kazandı ve affedilemez planıma uydum. Canavar huzursuzdu; ama iyi bağlanmıştı. Onunla aramda güvenli bir mesafe bırakacağımı biliyordum. Sadece nerede olduğunu bilmek istiyordum. Sadece yüzünü görmek. Gece yarısını geçmişti, Bella’nın evi karanlık ve sessizdi. Kamyoneti kaldırımın kenarına park edilmişti, babasının polis arabası yoldaydı. Mahallede hiçbir yerde uyanık düşünceler yoktu. Evi, doğusundaki ormanın karanlığında bir süre izledim. Ön kapı büyük ihtimalle kilitli olurdu – problem değildi; ama arkamda kanıt olarak kırık bir kapı bırakmak istemiyordum. Öncelikle yukarı kat penceresini denemeye karar verdim. Oraya kilit takmaya uğraşan pek olmazdı. Açıklığı geçtim ve evin önüne yarım saniyede tırmandım. Pencerenin üzerine tutunup sarkarken, camdan içeri baktım ve soluğum kesildi. Bu onun odasıydı. Onu küçük bir yatakta görebiliyordum, örtüleri yerdeydi ve çarşafı bacaklarının etrafında kıvrılmıştı. Ben izlerken, huzursuzca döndü ve bir kolunu başının üzerine attı. Sesli uyumuyordu, en azından bu gece. Yakınındaki tehlikeyi hissetmiş miydi? Tekrar dönüşünü izlerken kendimi geriye ittim. Hastalıklı bir röntgenci adamdan nasıl daha iyi olabilirdim? Daha iyi değildim. Çok, çok daha kötüydüm. Kendimi bırakmak üzere parmaklarımı gevşettim; ama önce yüzüne uzunca baktım. Huzurlu değildi. Kaşlarının arasındaki o kıvrım oradaydı ve ağzının kenarları aşağıya doğru kıvrılmıştı. Dudakları titredi ve sonra ayrıldı. “Tamam anne.” diye mırıldandı. Bella uykusunda konuşuyordu. Merak alevlendi ve kendime olan nefretimi yendi. Korunmasız, bilinçsiz söylenen düşüncelerin cazibesi inanılmaz derecede çekiciydi. Pencereyi denedim. Sıkışmış olmasına rağmen, kilitli değildi. Metal çerçeveden çıkan her sesle sinerek, yavaşça yukarı doğru ittim. Bir sonraki sefer için yağ bulmam gerekliydi… Bir sonraki sefer? Tekrar kendimden iğrenerek başımı salladım. Yavaşça yarı açık pencereden içeri sıyrıldım. Odası küçüktü – dağınık; ama temiz. Yatağının yanında, yerde toplanmış kitaplar vardı. Kapakları bana dönük değildi ve ucuz CD çalarının yanına CD’ler yerleştirilmişti – en üstteki sadece açık bir mücevher kutusuydu. Kağıt kümeleri eski teknolojiler müzesine bağışlanmışa benzeyen bir bilgisayarı çevreliyordu. CD’lerinin ve kitaplarının başlıklarını okumayı çok istedim; ama mesafeyi koruyacağıma dair kendime söz vermiştim; onun yerine gidip odanın uzak köşesindeki eski sallanan sandalyeye oturdum. Gerçekten, önceden onun sıradan görünümlü olduğunu düşünmüş müydüm? O ilk günü ve onunla anında ilgilenen oğlanlardan tiksindiğimi düşündüm; ama şimdi zihinlerindeki yüzünü hatırladığımda, onu neden hemen güzel bulmadığımı anlayamıyordum. Bu çok açık gözüküyordu. Şu anda – beyaz tenli yüzünü karışık ve dağınık bir halde saran koyu renkli saçlarıyla, deliklerle dolu eski püskü tişörtü ve pejmürde eşofman altıyla, bilinçsizlikle rahatlamış yüz hatları ve hafifçe aralanmış dudaklarıyla – nefesimi kesiyordu. Ya da keserdi, diye düşündüm alayla, eğer nefes alıyor olsaydım. Konuşmadı. Belki de rüyası sona ermişti. Yüzüne baktım ve geleceği katlanılabilir hale getirmek için bir yol düşünmeye çalıştım. Onu incitmek katlanılamazdı. Bu tek seçeneğimin onu tekrar bırakmak olduğu anlamına mı geliyordu? Diğerleri artık benimle tartışamazlardı. Yokluğum kimseyi tehlikeye sokmazdı. Şüphe olmazdı, insanların düşüncelerini o kazaya bağlayacak hiçbir şey yoktu. Bu öğleden sonraki gibi bocaladım ve hiçbir şey mümkün gözükmedi. Bazı insan erkekler onu cezbetse ya da cezbetmese bile ben onlara rakip olmayı umamazdım. Ben bir canavardım. Beni nasıl başka bir şey olarak görebilirdi? Eğer benimle ilgili gerçeği bilseydi, bu onu korkutup kaçırırdı. Bir korku filmindeki kurban gibi korkuyla çığlık atarak kaçardı. Biyoloji’deki ilk gününü hatırladım… bunun vereceği en doğru tepki olduğunu biliyordum. Eğer o salak dansa onu davet eden ben olsaydım, aceleyle yapılmış planlarını iptal edip benimle beraber gitmeyi kabul edeceğini hayal etmek aptallıktı. Kaderindeki evet diyeceği kişi ben değildim. Başka biriydi, insan olan ve sıcak olan biri. Ve ben – bir gün, o evet dendiğinde – kendime gidip onu öldürmek için izin veremeyecektim, çünkü o her kimse, Bella onu hak ediyor olacaktı. Seçtiği kişiyle mutluluğu ve aşkı hak ediyordu. Doğru şeyi yapmayı ona borçluydum; artık, bu kıza aşık olmanın sadece tehlikesindeymişim gibi davranamazdım. Sonuçta, gidersem pek bir şey fark etmeyecekti çünkü Bella beni, dilediğim şekilde asla göremezdi. Beni asla sevmeye değecek biri olarak göremezdi. Asla. Ölü, donmuş bir kalp kırılabilir miydi? Benimki kırılacak gibi hissediyordum. “Edward.” dedi Bella. Kapalı gözlerine bakarak donakaldım. Uyanıp beni burada yakalamış mıydı? Uyuyor gibi gözüküyordu, yine de sesi çok netti. Sessizce içini çekti ve sonra huzursuzca döndü – hala uyuyordu ve rüya görüyordu. “Edward.” diye mırıldandı yavaşça. Beni düşlüyordu. Ölü, donmuş bir kalp tekrar atabilir miydi? Benimki atmak üzereymiş gibi hissediyordum. “Kal.” diye içini çekti. “Gitme. Lütfen… gitme.” Rüyasında beni görüyordu ve bu kabus bile değildi. Onunla kalmamı istiyordu. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:35 pm | |
| Beni saran duygulara isim vermek için uğraştım; ama onları anlatabilecek kadar güçlü kelimeler yoktu. Uzun bir süre, içlerinde boğuldum. Yüzeye çıktığımda, önceden olduğum adam değildim. Hayatım bitmeyen, değişmeyen bir geceydi. Benim için, gereksinim olarak, her zaman gece olmalıydı. O zaman şu anda, gecemin yarısında, güneşin doğuyor olması nasıl mümkün olabilirdi? Vampire dönüştüğüm zaman, o dönüşümün kavurucu acısında, ruhumu ve ölümlülüğümü, ölümsüzlüğe takas ederken, tamamen donmuştum. Vücudum etten çok kayaya benzeyen bir şeye dönüşmüştü, değişmez ve dayanıklı. Ben de donmuştum – kişiliğim, sevdiğim ve sevmediğim şeyler, ruh hallerim ve arzularım; hepsi oldukları yerde kalmışlardı. Geri kalanı için de aynıydı. Hepimiz donmuştuk. Yaşayan taşlar. Değişim birimize geldiğinde, bu nadir ve kalıcı bir şeydi. Bunun Carlisle’ın ve bir on yıl sonra Rosalie’nin başına geldiğini görmüştüm. Aşk onları sonsuz ve asla solmayan bir şekilde değiştirmişti. Carlisle Esme’yi bulalı seksen yıldan fazla olmuştu; ama yine de ona hala ilk aşkın inanılmaz gözleriyle bakıyordu. Onlar için bu her zaman öyleydi. Benim için de her zaman böyle olacaktı. Limitsiz var oluşum boyunca, her zaman bu kırılgan kızı sevecektim. Bu aşkı vücudumun her zerresinde hissederek bilinçsiz yüzünü izledim. Şimdi daha huzurlu uyuyordu, dudaklarında hafif bir gülümseme vardı. Hep onu izleyerek planlar yapmaya başladım. Onu seviyordum ve o yüzden onu bırakmak için yeterince güçlü olmaya çalışacaktım. Şimdi o kadar güçlü olmadığımı biliyordum. Bunun üzerinde çalışacaktım; ama belki, geleceği başka bir şekilde alt edebilirdim. Alice Bella için sadece iki gelecek görmüştü ve şimdi ikisini de anlıyordum. Eğer kendime hata yapma izni verirsem, onu sevmek beni onu öldürmekten alıkoymayacaktı. Yine de, şimdi canavarı hissedemiyordum, onu içimde hiçbir yerde bulamıyordum. Belki de, aşk onu sonsuza dek susturmuştu. Eğer onu şimdi öldürürsem, bu kasıtlı olmayacaktı, sadece feci bir kaza olacaktı. Aşırı derecede dikkatli olmam gerekecekti. Asla gardımı düşüremeyecektim. Her nefesimi kontrol etmem gerekecekti. Her zaman ihtiyatlı bir mesafe bırakmam gerekecekti. Sonunda ikinci geleceği anlamıştım. O görüş beni şaşırtmıştı – Bella’yı bu ölümsüz yarı-yaşama tutsak edecek ne olabilirdi ki? Şimdi – bu kıza olan arzumda mahvolmuşken – babamdan, affedilemez bir bencillikle, bu iyiliği nasıl isteyebileceğimi anlayabiliyordum. Onu sonsuza dek tutabilmek için babamdan hayatını ve ruhunu elinden almasını isteyebileceğimi. Daha iyisini hak ediyordu. Ama başka bir gelecek daha görüyordum, eğer dengemi sağlayabilirsem üzerinde yürüyebileceğim ince bir ip. Bunu yapabilir miydim? Onunla birlikte olup, onu insan bırakabilir miydim? Kasten, derin bir nefes aldım, ve sonra başka bir soluk. Kokusunun beni ateş gibi yakıp geçmesine izin verdim. Oda onun kokusuyla doluydu; her yüzeye yayılmıştı. Başım döndü; ama bununla savaştım. Eğer onunla herhangi bir ilişki denemesi yapacaksam, buna alışmak zorundaydım. Başka bir yakıcı nefes daha aldım. Doğudaki bulutlardan güneş doğmaya başlayana kadar, plan kurup soluk alarak uyuyuşunu izledim. Eve diğerleri okul için çıktıktan hemen sonra vardım. Esme’nin sorgulayan gözlerini görmezden gelerek üzerimi hızlıca değiştirdim. Yüzümdeki heyecanlı ışığı görmüştü ve hem endişe, hem de rahatlık hissetmişti. Uzun bunalımım acı çekmesine neden olmuştu. Şimdi bitmiş gibi gözükmesine sevinmişti. Okula koştum ve kardeşlerimden birkaç saniye sonra okula vardım. En azından Alice burada asfaltı çevreleyen ağaçların arasında olduğumu bilmesine rağmen hiçbiri dönmedi. Kimse bakmayana kadar bekledim ve sonra ağaçlardan park yerine doğru yürüdüm. Bella’nın kamyonetinin gürültüsünü köşede duydum ve bir Suburban’ın arkasında, görünmeden izleyebileceğim bir yerde durdum. Suratı asık halde park yerine girdi, en uzak yerlerden birine park etmeden önce uzun süre Volvo’ma öfkeyle baktı. Muhtemelen hala bana sinirli olduğunu – ve iyi bir sebeple – hatırlamak garipti. Kendime gülmek istedim – ya da kendimi tekmelemek. Eğer benden hoşlanmıyorsa bütün planlarım tartışılabilirdi değil mi? Rüyası tamamen rastgele bir şeyle ilgili de olabilirdi. Kendini beğenmiş aptalın tekiydim. Eh, eğer benimle ilgilenmiyorsa onun için çok daha iyi olurdu. Bu benim onun peşinden koşmayı bırakmamı sağlamazdı; ama bu sırada ona eşit olarak uyarı da verecektim. Bunu ona borçluydum. Yavaşça ilerledim, en iyi şekilde nasıl yaklaşabileceğimi düşünerek. İşimi kolaylaştırdı. Çıkarken kamyonetinin anahtarları parmaklarından kaydı ve derin bir su birikintisine düştü. Eğildi; ama ben daha önce ulaştım ve elini soğuk suya sokmak zorunda kalmadan önce aldım. Şaşırıp dikelirken kamyonetine yaslandım. “Bunu nasıl yapıyorsun?” diye sordu. Evet, hala kızgındı. Anahtarı uzattım. “Neyi?” Elini uzattı ve anahtarı avucuna bıraktım. Kokusunu içime çekerek derin bir nefes aldım. “Aniden ortaya çıkmayı.” diye açıkladı. “Bella, eğer sen dikkatli değilsen bu benim hatam değil.” Sözler alaycı, neredeyse şakaydı. Görmediği başka bir şey var mıydı? Sesimin onun ismini nasıl okşadığını duymuş muydu? Espri anlayışımı beğenmeyerek öfkeyle bana baktı. Kalp atışı hızlandı – öfkeden mi? Korkudan mı? Bir süre sonra aşağıya baktı. “Dünkü trafik sıkışıklığı nedendi?” diye sordu gözlerime bakmayarak. “Ben yokmuşum gibi davranacağını sanıyordum, beni sinirden öldürmeye çalışacağını değil.” Hala çok öfkeliydi. Onunla işleri düzeltmek için biraz uğraşmam gerekecekti. Dürüst davranma çözümümü hatırladım… “O Tyler’ın iyiliği içindi, kendim için değil. Ona bu şansı vermeliydim.” Ve sonra güldüm. Dünkü yüz ifadesini düşününce kendime engel olamadım. “Sen–” diye soludu ve sonra lafını kesti, bitirmek için çok sinirli gözüküyordu. İşte – aynı ifade vardı yüzünde. Başka bir kahkahayı yuttum. Şimdiden yeterince öfkeliydi. “Ve sen yokmuşsun gibi de davranmıyorum.” diye bitirdim. Bunu sıradan, alaycı tutmak en doğrusuydu. Eğer gerçekte ne hissettiğimi görmesine izin verirsem, anlamazdı. Onu korkuturdu. Duygularımı kontrol altında tutmam gerekliydi… “O zaman beni sinirden öldürmek mi istiyorsun? Tyler’ın minibüsü işi halletmediğine göre?” Ani bir öfke beni çarptı. Buna gerçekten inanabilir miydi? Bu kadar gücenmem mantıksızdı – dün gece geçirdiğim değişimi bilmiyordu; ama yine de öfkeliydim. “Bella gerçekten abes davranıyorsun.” Yüzü kızardı ve bana arkasını döndü. Uzaklaşmaya başladı. Vicdan azabı. Öfkelenmeye hakkım yoktu. “Bekle.” diye rica ettim. Durmadı o yüzden onu takip ettim. “Özür dilerim, bu kabaydı. Gerçek değil demiyorum” – ona zarar herhangi bir şekilde zarar vermek istediğimi hayal etmek saçmaydı – “ama yine de bunu söylemek kabalıktı.” “Niye beni yalnız bırakmıyorsun?” İnan bana, demek istedim. Denedim. Ah, ayrıca sana perişan bir şekilde aşığım. Umursamaz tut. “Sana bir şey sormak istiyordum; ama konuyu değiştirdin.” “Senin çift kişilik problemin mi var?” diye sordu. Mutlaka öyle gözüküyor olmalıydı. Ruh halim değişkendi, çok fazla yeni duyguyla tanışıyordum. “Yine aynı şeyi yapıyorsun.” İç çekti. “İyi o zaman. Ne sormak istiyorsun?” “Merak ediyordum da, haftaya cumartesi…” Yüzünden şok geçtiğini gördüm ve başka bir kahkahayı daha geri yuttum. “Biliyorsun, bahar dansı günü–” Sonunda gözlerini benimkilere çevirip sözümü kesti. “Komik olmaya mı çalışıyorsun?” Evet. “Bitirmeme izin verir misin?” Dişlerini yumuşak alt dudağına bastırarak sessizce bekledi. Bu görüntü bir saniyeliğine dikkatimi dağıttı. Garip, yabancı reaksiyonlar, unutulmuş insan özümü hareketlendirdi. Rolümü oynayabilmek için onlardan kurtulmaya çalıştım. “O gün Seattle’a gideceğini duydum ve birinin seni bırakmasını isteyip istemeyeceğini merak ediyordum.” Fark etmiştim ki, planlarını paylaşmak, onu bunlarla ilgili sorguya çekmekten daha iyiydi. Bana boş bir yüz ifadesiyle baktı. “Ne? “Seni Seattle’a birinin bırakmasını ister misin?” Bir arabada onunla yalnız olma fikri boğazımı yaktı. Derin bir nefes aldım. Buna alış. “Kimin?” diye sordu, gözleri yine büyümüştü ve şaşkındı. “Benim tabii ki.” dedim yavaşça. “Niye?” Ona eşlik etmeyi istemem gerçekten o kadar büyük bir şok muydu? Önceki davranışlarıma mutlaka en kötü anlamı yüklemiş olmalıydı. “Eh,” dedim mümkün olduğunca sıradan bir sesle, “Önümüzdeki haftalarda ben de Seattle’a gitmek istiyordum ve dürüst olmak gerekirse kamyonetinin bunu başarabileceğinden emin değilim.” Onunla alay etmek, kendime ciddi olma izni vermekten daha güvenli görünüyordu. “Kamyonetim gayet iyi durumda, yine de ilgin için teşekkürler.” dedi aynı şaşırmış sesle. Tekrar yürümeye başladı. Adımlarımı ona uydurdum. Gerçekten hayır dememişti, o yüzden bu avantajı zorladım. Hayır der miydi? Eğer derse ben ne yapardım? “Ama kamyonetin bir depo benzinle oraya gidebilecek mi?” “Bunun seni niye ilgilendirdiğini anlayamıyorum.” diye homurdandı. Bu da hayır değildi ve kalp atışı ile soluk alıp verişi hızlanmıştı. “Kısıtlı kaynakların boşuna harcanması herkesi ilgilendirir.” “Açıkçası Edward, seni anlayamıyorum. Arkadaşım olmak istemediğini sanıyordum.” İsmimi söylediğinde bir heyecan dalgası beni çarptı. Aynı anda nasıl hem normal hem de dürüst olabilirdim? Dürüst olmak daha önemliydi. Özellikle bu noktada. “Arkadaş olmazsak daha iyi olur dedim, istemediğimden değil.” “Ah, teşekkürler. Şimdi her şey açığa çıktı.” dedi alayla. Kafeteryan çatısının altında durakladı ve gözleri tekrar benimkilerle buluştu. Kalp atışları tekledi. Korkmuş muydu. Kelimelerimi dikkatle seçtim. Hayır, ben onu bırakamazdım; ama belki o çok geç olmadan beri bırakmasına yetecek kadar akıllı davranırdı. “Arkadaşım olmaman senin için daha… iyi olur.” Gözlerinin erimiş çikolata rengi derinliklerine bakarken, umursamaz davranma becerimi kaybettim. “Ama senden uzak durmaya çalışmaktan yoruldum Bella.” Kelimeler çok, çok hararetle çıktı. Nefes alıp verişi durdu ve tekrar başlaması için geçen bir saniyede bu beni endişelendirdi. Onu ne kadar korkutmuştum? Eh, öğrenecektim. “Benimle Seattle’a gelir misin?” diye sordum. Kalbi yüksek sesle atarak başını salladı. Evet. O bana evet demişti. Ama sonra bilincim beni tokatladı. Bu ona neye mal olacaktı? “Gerçekten benden uzak durmalısın.” diye uyardım. Beni duymuş muydu? Onu tehdit ettiğim gelecekten kaçar mıydı? Onu kendimden kurtarmak için hiçbir şey yapamaz mıydım? Umursamaz davran, diye bağırdım kendime. “Sınıfta görüşürüz.” Oradan kaçarken, kendimi koşmaktan alıkoymak için odaklanmam gerekti. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:35 pm | |
| 6. Kan Grubu
Bütün gün kendi etrafımdakilerin hayal meyal farkında, başkalarının gözlerinden onu izledim. Mike Newton’ın gözlerinden değil, çünkü onun iğrenç fantezilerine daha fazla katlanamıyordum, Jessica’nınkilerden de değil, çünkü Bella’ya olan gücenikliği, beni bu adi kız için güvenli olmayacak şekilde sinirlendiriyordu. Angela Weber, gözleri uygun olduğunda iyi bir seçimdi; nazikti – zihni içinde bulunulması kolay bir yerdi. Bazen de en iyi görüşü öğretmenler sağlıyordu. Bütün gün sendelemesini – kaldırımdaki çatlaklara, kitaplara, en çok da kendi ayağına takılmasını – izleyip, dinlediğim kişilerin Bella’nın sakar olduğunu düşündüklerini duyduğumda şaşırmıştım. Düşündüm. Düz durma konusunda sorun yaşadığı doğruydu. O ilk gün sıraya doğru tökezleyişini, kazadan önce buzda kayışını, dün kapının eşiğine takılışını hatırladım… Ne garip, haklılardı. Gerçekten sakardı. Bana niye bu kadar komik geldiğini bilmiyordum; ama Amerikan Tarihi’nden İngilizce’ye yürürken sesli güldüm ve birkaç kişi bana sakıngan bakışlar attı. Bunu daha önce nasıl fark etmemiştim? Muhtemelen hareketsizliğinde çok zarif bir şey olduğu içindi, başını tutuşu, boynunun kavisi… Şu anda hiçbir şekilde zarif değildi. Bay Varner botunun ucunu döşemeye takıp gerçekten sandalyesine düşerken onu izledi. Tekrar güldüm. Onu kendi gözlerimle görme şansını yakalamak için beklerken zaman inanılmaz bir yavaşlıkla geçti. Sonunda zil çaldı. Yerimi tutmak için hızla kafeteryaya yürüdüm. İlk varanlardan biriydim. Genellikle boş olan bir masayı seçtim, ben burada otururken de öyle kalacağı kesindi. Ailem içeri girip yeni bir yerde tek başıma oturduğumu görünce şaşırmadı. Alice onları uyarmış olmalıydı. Rosalie yanımdan hiç bakmadan geçti. Geri zekalı. Rosalie ile ilişkim hiçbir zaman kolay olmamıştı – onu konuştuğumu duyduğu ilk anda gücendirmiştim ve buradan meyilliydi – ama son birkaç gündür normalden de daha aksi görünüyordu. İç çektim. Rosalie’nin her şeyi kendiyle ilgiliydi. Jasper yürürken bana yarım gülümsedi. İyi şanslar, diye düşündü şüpheyle. Emmett gözlerini devirdi ve kafasını salladı. Aklını yitirdi, zavallı çocuk. Alice’in yüzü ışıldıyor, dişleri parlıyordu. Şimdi Bella’yla konuşabilir miyim?? “Bu işten uzak dur.” diye fısıldadım. [iİyi. İnatçı ol. Sadece an meselesi.[/i] Tekrar iç çektim. Bugünün Biyoloji çalışmasını unutma, diye hatırlattı bana. Başımı salladım. Hayır, bunu unutmamıştım. Bella’nın gelmesini beklerken, onu Jessica ile kafeteryaya yürürken arkalarından gelen bir birinci sınıfın gözlerinden takip ettim. Jessica dansla ilgili lak lak ediyordu; ama Bella cevap olarak hiçbir şey söylemedi. Jessica ona pek şans vermediğinden değil. Kapıdan içeri girdiği anda gözleri kardeşlerimin oturduğu masaya kaydı. Bir an baktı, sonra alnı kırıştı ve gözlerini yere indirdi. Beni burada fark etmemişti. Çok… üzgün görünüyordu. Yanına gidip onu bir şekilde rahatlatmak için çok güçlü bir arzu hissettim, sadece neyi rahatlatıcı bulacağını bilmiyordum. Böyle görünmesine neyin sebep olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Jessica dans hakkında konuşmaya devam ediyordu. Bella kaçıracağı için mi üzgündü? Bu pek olası gelmiyordu… Ama buna çözüm bulunabilirdi, eğer isteseydi. Öğle yemeği için sadece bir içecek aldı. Bu doğru muydu? Bundan daha fazla besine ihtiyacı yok muydu? Bir insanın beslenme düzenine daha önce hiç dikkat etmemiştim. İnsanlar çileden çıkarıcı derecede kırılgandı! Endişelenecek milyonlarca farklı şey vardı… “Edward Cullen yine sana bakıyor.” dediğini duydum Jessica’nın. “Acaba bugün niye yalnız oturuyor?” Jessica’ya minnettardım – şimdi daha da dargın olmasına rağmen – çünkü Bella başını kaldırdı ve gözleri benimkiyle buluşana kadar etrafı taradı. Şimdi yüzünde hiç üzüntü izi yoktu. Kendime, okuldan erken ayrıldığımı düşündüğü için üzüldüğüne dair ümitlenme izni verdim ve bu umut beni gülümsetti. Parmağımla bana katılmasını işaret ettim. O kadar şaşkın görünüyordu ki onunla tekrar alay etmek istedim. Göz kırptım ve ağzı, yine şaşkınlıkla açıldı. “Seni mi kastetti?” diye sordu Jessica kaba bir şekilde. “Belki Biyoloji ödeviyle ilgili yardıma ihtiyacı vardır.” dedi alçak, emin olmayan bir sesle. “En iyisi gidip ne istediğine bakayım.” Bu başka bir evetti. Tamamen düz döşemeden başka hiçbir şey olmamasına rağmen bana doğru gelirken iki kere sendeledi. Gerçekten bunu daha önce nasıl kaçırmıştım? Sanırım sessiz düşüncelerine daha çok dikkat ediyordum… Başka ne kaçırmıştım? Dürüst ol, umursamaz ol, dedim tekrar tekrar kendime. Karşımdaki sandalyenin arkasında durdu, tereddüt etti. Derin bir nefes aldım, bu sefer ağzımdan değil burnumdan. Yanmayı hisset, diye düşündüm. “Bugün niye benimle oturmuyorsun?” diye sordum ona. Bana bakarak sandalyeyi çekti ve oturdu. Gergin görünüyordu; ama fiziksel kabulü başka bir evetti. Konuşmasını bekledim. Sonunda “Bu tuhaf.” dedi. “Pekala…” Durakladım. “Cehenneme gidiyor olduğuma göre, en azından bunu doğru düzgün yapmaya karar verdim.” Bunu bana ne söyletmişti? En azından dürüsttü ve belki de sözlerimin içerdiği açık uyarıyı duymuştu. Belki kalkıp yürüyebileceği en hızlı şekilde yürüyerek buradan uzaklaşması gerektiğini anlardı. Kalkmadı. Bana bakarak bekledi, sanki cümlemi yarım bırakmışım gibi. “Ne demek istediğin hakkında hiçbir fikrim yok.” dedi ben devam etmeyince. Rahatladım ve gülümsedim. “Biliyorum.” Arkasından doğru bana bağıran düşünceleri duymazdan gelmek zordu – ve zaten konuyu değiştirmek istiyordum. “Sanırım arkadaşların seni çaldığım için bana kızgınlar.” Bu onu endişelendirmiş gibi gözükmedi. “Atlatırlar.” “Seni geri vermeyebilirim ama.” Dürüst olmaya mı, yoksa dalga geçmeye mi çalıştığımı bilmiyordum bile. Onun yakınında olunca düşüncelerime anlam veremiyordum. Bella yüksek sesle yutkundu. Yüz ifadesine güldüm. “Kaygılı görünüyorsun.” Bu gerçekten komik olmamalıydı… Kaygılanmalıydı. “Hayır.” Kötü bir yalancıydı; sesinin çatlaması da yardımcı olmadı. “Şaşkınım aslında… Tüm bunların sebebi ne?” “Sana söyledim,” diye hatırlattım. “Senden uzak durmaya çalışmaktan yoruldum. O yüzden pes ettim.” Biraz çabayla gülümsememi yerinde tuttum. Bu iyi gitmiyordu – aynı anda hem dürüst hem de normal davranmak. “Pes mi ettin?” diye tekrarladı şaşırarak. “Evet – iyi olmaya çalışmaktan vazgeçtim.” Ve görüşüne göre, normal olmaya çalışmaktan da vazgeçmiştim. “Artık yapmak istediğimi yapacağım ve işleri kendi haline bırakacağım.” Bu yeterince dürüsttü. Bencilliğimi görmesine izin ver. Bunun onu uyarmasına da. “Beni yine kaybettin.” Durumun böyle olmasına sevinecek kadar bencildim. “Seninle konuşurken hep çok şey söylüyorum – problemlerden biri bu.” Kalanıyla karşılaştırılınca oldukça önemsiz bir problem. “Merak etme,” diye güvence verdi bana. “Hiçbirini anlamıyorum.” İyi. O zaman kalacaktı. “Ben de buna güveniyorum zaten.” “O zaman, şimdi arkadaş mıyız?” Düşündüm. “Arkadaş…” diye tekrarladım. Kulağa geliş biçimini beğenmemiştim. Yeterli değildi. “Ya da değil,” diye mırıldandı utanmış gözükerek. Onu o kadar sevmediğimi mi düşünmüştü? Gülümsedim. “Deneyebiliriz sanırım; ama seni uyarıyorum, ben senin için iyi bir arkadaş değilim.” Cevabını bekledim, ikiye bölünerek – sonunda duyup anlamasını diledim, eğer anlarsa ölebileceğimi düşündüm. Ne kadar duygusal. Bu derece insana dönüşüyordum. Kalp atışları hızlandı. “Bunu çok söylüyorsun.” “Evet, çünkü beni dinlemiyorsun,” dedim yine çok gergin bir şekilde. “Hala inanmanı bekliyorum. Eğer zekiysen benden kaçarsın.” Ah; ama eğer denerse kaçmasına izin verir miydim? Gözleri kısıldı. “Sanırım zeka düzeyimle ilgili fikrini de açıklığa kavuşturdun.” Neyi kastettiğinden emin değildim; ama kazara onu gücendirdiğimi tahmin ederek özür dilercesine gülümsedim. “O zaman,” dedi yavaşça. “Ben… akıllı olmadığım sürece, arkadaş olmayı deneyecek miyiz?” “Kulağa doğru geliyor.” Elindeki limonata şişesine dalgınlıkla baktı. Eski merak bana işkence etti. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum – sonunda bunu sesli sorabilmek büyük bir rahatlıktı. Bana baktı ve yanakları açık pembe renge gelirken soluk alıp verişi hızlandı. Havadan bunu tadarak derin bir nefes aldım. “Senin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.” Panik vücudumdan geçerken, gülümsememi yerinde tutup yüz hatlarımı olduğu şekilde kilitledim. Tabii ki bunu merak ediyordu. Aptal değildi. Bu kadar açık bir şeyin farkında olmamasını umamazdım. “Şansın yaver gidiyor mu?” diye sordum sesi tonumu olabilecek en normal düzeyde tutarak. “Pek değil.” Ani rahatlıkla güldüm. “Teorilerin neler?” Ne sonuca varmış olursa olsun, gerçekten daha kötü olamazdı. Yanakları parlak kırmızıya döndü ve bir şey söylemedi. Havada bunun sıcaklığını hissedebiliyordum. İkna edici ses tonumu kullanmayı denedim, insanlar üzerinde işe yarıyordu. “Bana söylemez misin?” Cesaret verici şekilde gülümsedim. Kafasını salladı. “Çok utanç verici.” Off. Bilmemek her şeyden kötüydü. Tahminleri niye onu utandırıyordu? Dayanamıyordum. “Bu gerçekten sinir bozucu, biliyor musun?” Şikayetim onda bir şeyi ateşledi. Gözlerinde aniden şimşekler çaktı ve kelimeler dudaklarından normalden daha hızlı döküldü. “Hayır. Bunun niye rahatsız edici olduğunu hayal edemiyorum. Bütün bu zaman boyunca geceleri senin uykularını kaçırma amaçlı üstü kapalı laflar söyleyen birine, senin düşüncelerini söylememen niye sinir bozucu olsun ki?” Haklı olduğunu anladığımda üzülüp, kaşlarımı çattım. Adil davranmıyordum. Devam etti. “Ya da, diyelim ki o kişi pek çok garip şey yaptı – imkansız koşullar altında hayatını kurtarmaktan, ertesi gün sana toplum dışı biriymişsin gibi davranmaya kadar… ve söz verdikten sonra bile bunların hiçbirini açıklamadı. Bunlar da gerçekten hiç sinir bozucu değil, değil mi?” Bu şimdiye kadar yaptığını duyduğum en uzun konuşmaydı ve bana listeme eklemek üzere yeni bir nitelik verdi. “Biraz sinirli birisin değil mi?” “Çifte standartlardan hoşlanmıyorum.” Tabii ki, sinirinde bile, tamamen adildi. Onun yanında nasıl herhangi bir doğru şey yapabileceğimi düşünerek Bella’ya baktım, Mike Newton’ın kafasındaki sessiz bağırış dikkatimi dağıtana kadar. O kadar hiddetliydi ki gülmemi sağladı. “Ne?” diye sordu. “Erkek arkadaşın seni rahatsız ettiğimi düşünüyor – gelip kavgamızı ayırıp ayırmama konusunda kendisiyle tartışıyor.” Denemesini görmeyi çok isterdim. Tekrar güldüm. “Kimden bahsettiğini bilmiyorum.” dedi buz gibi bir sesle. “Ama her halükarda yanıldığından eminim.” Onu sahiplenmeyişinden çok keyif aldım. “Ben değilim. Sana söyledim, pek çok insanı okumak kolaydır.” “Benim dışımda tabii ki.” “Evet, senin dışında.” Her şeyin istisnası olmak zorunda mıydı? Şimdi uğraşmak zorunda kaldığım her şey düşünülürse, zihninden en azından bir şey duysam daha adil olmaz mıydı? Çok şey mi istiyordum? “Niye olduğunu merak ediyorum.” Gözlerine baktım, tekrar deneyerek. Uzağa baktı. Limonatasını açtı ve gözleri masada, bir yudum aldı. “Aç değil misin?” diye sordum. “Hayır.” Aramızdaki boş masaya baktı. “Sen?” “Hayır, değilim.” dedim. Kesinlikle değildim. Dudaklarını bükerek masaya baktı. Bekledim. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Cuma Nis. 24, 2009 1:35 pm | |
| “Bana bir iyilik yapabilir misin?” diye sordu aniden tekrar bana bakarak. Benden ne isteyecekti? Söylemeye iznim olmayan gerçeği – hiç öğrenmesini istemediğim gerçeği – sorar mıydı? “Bu ne istediğine bağlı.” “Çok bir şey değil.” diye söz verdi. Yine merakla bekledim. “Merak ediyordum da…” dedi yavaşça, limonata şişesine bakıp serçe parmağını kapağın etrafında gezdirirken. “Acaba bir daha beni kendi iyiliğim için görmezden gelmeye karar verdiğin zaman beni uyarabilir misin? Böylece kendimi hazırlayabilirim.” Uyarı mı istiyordu? O zaman tarafımdan görmezden gelinmek mutlaka kötü bir şey olmalıydı… Gülümsedim. “Kulağa adil geliyor.” diye kabul ettim. “Teşekkürler.” dedi yukarı bakarak. Yüzü o kadar rahatlamış görünüyordu ki kendi rahatlamama gülmek istedim. “O zaman karşılığında bir cevap alabilir miyim?” diye sordum umutla. “Bir tane.” “Bana bir teorini söyle.” Kızardı. “O değil.” “Sınır koymadın, sadece bana bir cevap için söz verdin.” “Ve sen de sözünde durmadın.” Beni burada yakalamıştı. “Sadece bir teori – gülmeyeceğim.” “Evet güleceksin.” Bununla ilgili herhangi bir şeyin komik olabileceğini hayal edemememe rağmen çok emin gözüküyordu. İkna edici olmayı bir daha denedim. Gözlerinin derinliklerine baktım – zaten çok derin oldukları için kolaydı – ve fısıldadım. “Lütfen?” Gözlerini kırpıştırdı ve yüzü ifadesizleşti. Pekala, bu üzerinde çabaladığım tepki değildi. “Ee, ne?” diye sordu. Başı dönmüş gibi görünüyordu. Ne sorunu vardı? Ama henüz pes etmiyordum. “Lütfen bana sadece bir küçük teorini söyle,” diye rica ettim, gözlerine bakarak, yumuşak ve korkutucu olmayan sesimle. Beni şaşırtıp tatmin ederek, sonunda işe yaradı. “Iı, peki, radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılmış olabilir misin?” Çizgi romanlar? Güleceğimi düşünmesine şaşmamalıydı. “Pek de yaratıcı değildi” dedim, rahatlığımı gizlemeye çalışarak. “Üzgünüm, elimde sadece bu var.” Bu beni daha da çok rahatlattı. Onunla tekrar dalga geçebilirdim. “Yaklaşamadın bile.” “Örümcekler yok mu?” “Hayır.” “Ve radyoaktivite?” “Hiç.” “Tüh.” diye iç çekti. “Kriptonit beni rahatsız da etmiyor” dedim çabucak – ısırıklarla ilgili bir şey sormadan önce – ve sonra gülmek zorunda kaldım çünkü bir süper kahraman olduğumu düşünüyordu. “Gülmemen gerekiyordu hatırladın mı?” Dudaklarımı birbirine yapıştırdım. “Önünde sonunda bulacağım.” dedi. Ve bulduğunda, kaçacaktı. “Keşke denemesen.” dedim bütün alaycılığım giderek. “Çünkü…?” Ona dürüstlük borçluydum. Yine de sözlerimin daha az tehditkâr çıkması için gülümsemeye çalıştım. “Ya bir süper kahraman değilsem? Ya ben kötü adamlardansam?” Gözleri biraz büyüdü ve dudakları hafifçe aralandı. “Ah,” dedi. Ve bir saniye geçtikten sonra “Anlıyorum.” dedi. Beni sonunda duymuştu. “Anlıyor musun?” diye sordum ıstırabımı saklamaya çalışarak. “Sen tehlikeli misin?” Soluğu hızlandı ve kalbi yarıştı. Cevap veremedim. Bu onunla son anım mıydı? Şimdi kaçar mıydı? Gitmeden önce ona, onu sevdiğimi söyleyebilir miydim? Yoksa bu onu daha çok mu korkuturdu? “Ama kötü değilsin,” diye fısıldadı duru gözlerinde hiç korku olmadan kafasını sallayarak. “Hayır, kötü olduğuna inanmıyorum.” “Yanılıyorsun.” Tabii ki kötüydüm. O beni hak ettiğimden daha iyi düşünüyor diye şimdi keyif almıyor muydum? Eğer iyi biri olsaydım, ondan uzak dururdum. Elimi masanın karşısına uzatıp limonata şişesini aldım. Aniden yakınında olan elimden geri çekilmedi. Benden gerçekten korkmuyordu. Daha değil. Kapağı bir topaç gibi döndürüp, Bella’nın yerine onu izledim. Düşüncelerim kargaşa içindeydi. Kaç Bella, kaç. Kendime sözleri yüksek sesle söyletemedim. Ayaklarının üzerine zıpladı. Tam ben bir şekilde sessiz uyarımı duyduğundan endişelenmeyi başlamışken “Geç kalacağız.” dedi. “Ben sınıfa gitmeyeceğim.” “Niye?” Çünkü seni öldürmek istemiyorum. “Arada sırada dersleri asmak sağlıklıdır.” Açık olmak gerekirse, vampirlerin, insan kanı döküleceği günlerde okulu asması sağlıklıydı. Bay Banner bugün kan grubu ölçümü yapacaktı. Alice sabahki dersini asmıştı. “Peki, ben gidiyorum.” dedi. Bu beni şaşırtmadı. Sorumluluk sahibiydi – her zaman doğru şeyi yapıyordu. Benim tam tersimdi. “Sonra görüşürüz o zaman,” dedim yine normal gözükmeye çalışıp dönen kapağa bakarak. Ve, bu arada sana tapıyorum… korkunç, tehlikeli şekillerde. Tereddüt etti ve bir anlığına benimle kalacağını umdum; ama zil çaldı ve aceleyle gitti. Gözden kaybolana kadar bekledim ve sonra kapağı cebime koydum – bu en önemli konuşmamızdan bir hatıra – ve yağmurun içine arabama doğru ilerledim. En sevdiğim sakinleştirici CD’yi koydum – o ilk gün dinlediğim CD – ama Debussy’nin notalarını uzun süre duymadım. Kafamda başka notalar çalıyordu, hoşuma giden ve ilgimi çeken bir melodinin parçaları. Teybi kapatıp kafamdaki müziği dinledim, çarpıcı bir armoniye gelişene kadar çaldım. İçgüdüsel olarak, parmaklarım havadaki hayali piyano tuşları üzerinde hareket ediyordu Dikkatim bir iç ıstırap dalgası tarafından çekildiğinde, yeni bir beste gerçekten geliyordu. İleri doğru baktım. Bayılacak mı? Ne yapacağım? diye düşündü Mike panikle. Yüz yarda ileride, Mike Newton Bella’nın yumuşak vücudunu kaldırıma doğru alçaltıyordu. Islak betona tepkisizce çöktü, gözleri kapalıydı, rengi bir ceset kadar griydi. Neredeyse arabanın kapısını sökecektim. “Bella?” diye bağırdım. Adını haykırdığımda cansız yüzünde hiçbir değişiklik olmadı. Bütün vücudum buzdan daha da çok soğuk hale geldi. Sinirle düşüncelerini gözden geçirirken Mike’ın kızgın şaşkınlığının farkındaydım. Sadece bana karşı öfkesini düşünüyordu, o yüzden Bella’nın ne sorunu olduğunu öğrenemedim. Eğer ona zarar vermişse, Mike’ı yok ederdim. “Sorun ne – incindi mi?” diye sordum düşüncelerini odaklamaya çalışarak. İnsan adımlarıyla yürümek zorunda olmak delirticiydi. Yaklaşırken dikkati üzerime çekmemeliydim. Sonra kalbinin atışını ve düzenli nefes alıp verişini duydum. Onu izlerken, gözlerini daha da sıkı kapattı. Bu paniğimin bir kısmını yok etti. Mike’ın zihninden hızla geçen anıları gördüm, Biyoloji sınıfından resimler. Bella’nın yüzü masamızdayken, beyaz teni yeşile dönerken. Beyaz kartların üzerinde kırmızı damlalar… Kan grubu ölçümü. Olduğum yerde durdum, nefesimi tuttum. Kokusu bir şeydi, akan kanı tamamen başka bir şey. “Sanırım bayıldı.” dedi Mike, aynı anda hem endişeli ve hem de içerlemiş bir şekilde. “Ne olduğunu bilmiyorum, parmağını deldirmedi bile.” Rahatladım ve tekrar nefes aldım. Ah, Mike Newton’ın küçük yarasından akan kanın kokusunu alabiliyordum. Eskiden, bu beni çekebilirdi. Mike müdahaleme sinirli bir şekilde yanımda sallanırken Bella’nın yanında diz çöktüm. “Bella. Beni duyabiliyor musun?” “Hayır.” diye inledi. “Git başımdan.” Rahatlık öyle şiddetliydi ki güldüm. O iyiydi. “Onu hemşireye götürüyordum.” dedi Mike. “Ama daha ileri gidemedi.” “Ben onu alırım. Sen sınıfta dönebilirsin.” dedim. Mike’ın dişleri birbirine kenetlendi. “Hayır. Bunu benim yapmam gerekiyor.” Burada kalıp o zavallıyla tartışmayacaktım. Ona dokunmayı gereklilik haline getiren durum nedeniyle, heyecanlı ve korkak, yarı-minnettar ve yarı-üzgün halde Bella’yı nazikçe kaldırımdan kaldırdım ve sadece kıyafetlerine dokunarak, vücutlarımız arasında mümkün olduğunca fazla uzaklık bırakarak onu kollarıma aldım. Onu güvenceye almak için acele ediyordum – başka kelimelerle, benden uzağa. Gözleri birden açıldı, afalladı. Arkamızdan Mike’ın karşı çıkan bağırışını zor duydum. “Berbat görünüyorsun.” dedim sırıtarak çünkü zayıf mide ve dönmüş baştan başka hiçbir sorunu yoktu. “Beni kaldırıma geri bırak.” dedi. Dudakları hala beyazdı. “Yani, kanın görüntüsünden mi bayıldın?” Daha ironik hale gelebilir miydi? Gözlerini kapadı ve dudaklarını birbirine bastırdı. “Ve kendi kanının bile değil.” diye ekledim, sırıtmam genişleyerek. Ofisin önündeydik. Kapı bir santim açıktı, tekmeleyerek açtım. Bayan Cope zıpladı. “Aman Tanrım.” diye soludu kollarımdaki külrengi kızı gördüğünde. “Biyolojide bayıldı.” diye açıkladım, hayal gücü kontrolden çıkmadan önce. Bayan Cope aceleyle hemşirenin ofisinin kapısını açtı. Bella’nın gözleri tekrar açıldı, kadını izledi. Onu eski püskü yatağa yatırırken hemşirenin şaşkınlığını duydum. Kollarımdan bıraktığım anda odanın diğer tarafına geçtim. Vücudum çok heyecanlı, çok istekliydi, kaslarım gergindi ve zehrim akıyordu. “Sadece bayıldı.” diye güvence verdim Bayan Hammond’a. “Biyoloji’de kan grubu ölçümü var.” Başını salladı, anlamıştı. “Her zaman bir tane olur.” “Biraz yat tatlım.” dedi Bayan Hammond. “Geçecektir.” “Biliyorum.” dedi Bella. “Bu sık sık oluyor mu?” diye sordu hemşire. “Bazen.” diye itiraf etti Bella. Kahkahamı öksürük olarak yutturmaya çalıştım. Bu hemşirenin dikkatini çekmeme neden oldu. “Şimdi sınıfa dönebilirsin.” dedi. | |
| | | sena** PS Görevlisi
Mesaj Sayısı : 172 Yaş : 30 Rep : Kayıt tarihi : 27/09/08 Puan : 93 Teşekkür : 2
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Ptsi Mayıs 04, 2009 11:05 am | |
| kesinlikle okunmalı...bence serinin en güzel kitabı... | |
| | | dicle Admin
Mesaj Sayısı : 4477 Yaş : 32 Fan Club : Ruh Halin : bulduu ilk yerden atlıycak :) Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1191 Teşekkür : 7
Kişisel Kendinizi Tanıtın:
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Salı Mayıs 05, 2009 2:45 am | |
| bencede.dün tekrar filmi izledimde.diorum ki edward burda şöyle yapıyo aslında böyle oluyo fln die.ama bence filmi yeniden çekmeliler.sonuç olarak aynı şeyler anlatılcak ama.film kitaplara göre 5 para etmiyomuş ya dün izleyince anladım | |
| | | clevergirl Forumun Gözdesi
Mesaj Sayısı : 763 Yaş : 30 Nerdensn..?? : GeRmAnY Fan Club : Ruh Halin : İyiDir iYi Rep : Kayıt tarihi : 19/06/08 Puan : 249 Teşekkür : 0
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Salı Mayıs 05, 2009 8:04 am | |
| gercekten cok gzel gözlerim doldu resmen yaa senaya katiliyorum en güzel kitap ;) 1. bölüm bellanin agizindan da güzel (kendimizi onun yerine koyabiliyoruz..) ama yinede midnight sun daha güzel, cünkü edwardin bellaya tam olarak NASIL âsik oldugunu bilmek ve anlamak istiyorum coook güzelllll | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Paz Haz. 21, 2009 6:17 am | |
| KİTABIN DEVAMIIII : 7. Melodi Okula geri döndüğümde beklemek zorunda kaldım. Son saat henüz bitmemişti. Bu iyiydi, çünkü düşünmem gereken şeyler vardı ve yalnız zamana ihtiyaç duyuyordum. Kokusu arabadan gitmemişti. Pencereleri kapalı tutup bana hücum etmesine izin verdim ve boğazımdaki alevlere alışmaya çalıştım. Cazibe. Bu düşünülmesi problemli bir konuydu. Çok farklı yanlar, çok farklı anlam ve seviyeler. Aşkla aynı şey değildi; ama içinden çıkılamayacak şekilde bağlıydı. Bella’yı cezbedip cezbetmediğime dair hiçbir fikrim yoktu. (Zihinsel sessizliği ben delirene kadar daha da sinir bozucu olmaya devam mı edecekti, yoksa sonunda erişeceğim bir sınır var mıydı?) Fiziksel tepkilerini diğerleriyle – Jessica ve sektreter gibi – karşılaştırmayı denedim; ama bir sonucu yoktu. Aynı işaretler – kalp atışında ve soluk alıp verişte değişiklikler – ilgi anlamına geldiği gibi, kolaylıkla korku, şok ya da gerginlik anlamına da gelebilirdi. Bella’nın bir zamanlar Jessica Stanley’nin sahip olduğu düşünceleri paylaşabilmesi mümkün değildi. Sonuçta o, tam olarak ne olduğunu bilmese de benimle ilgili bir yanlışlık olduğunu biliyordu. Buz tenime dokunmuştu ve elini anında soğuktan çekmişti. Yine de, o fantezilerin beni iğrendirdiğini hatırladığımda; ama bu sefer Jessica’nın yerinde Bella’yla hatırladığımda… Daha hızlı nefes alıyordum ve ateş boğazımı tırmalıyordu. Ya beni kollarım narin vücuduna dolanmış halde hayal eden Bella olsaydı? Onu göğsüme doğru sıkıca yaklaştırıp elimle çenesinin altını kavradığımı? Kızaran yüzünden saçlarının gür perdesini okşayarak çektiğimi? Parmak uçlarımla dolgun dudaklarının şeklini takip ettiğimi? Yüzümü onunkine doğru, dudaklarımda nefesinin sıcaklığını hissedebilecek kadar eğdiğimi? Daha yaklaştığımı… Ama sonra hayalden kaçındım, Jessica bunları hayal ettiğinde olduğu gibi, eğer ona o kadar yaklaşırsam olacakları bilerek… Cazibe imkansız bir ikilemdi, çünkü Bella beni çoktan en kötü şekilde cezbetmişti. Bella’nın bana bir kadının bir erkeğe olduğu şekilde çekilmesini istiyor muydum? Bu yanlış soruydu. Doğru soru, Bella’nın bana bu şekilde çekilmesini istemeli miyim’di, cevap da hayırdı, çünkü insan bir erkek değildim ve bu onun için doğru değildi. Varlığımın her zerresiyle normal bir erkek olabilmek için yanıp tutuştum, böylece hayatını tehlikeye atmadan onu kollarıma alabilirdim. Böylece kendi hayallerimi kurabilirdim, sonunda onun kanının ellerimi kaplamadığı, gözlerimde parlamadığı hayaller… Onun peşinden koşmamın bir savunması yoktu. Ona dokunmayı bile göze alamadığımda, nasıl bir ilişki teklif edebilirdim ki? Başımı ellerimin arasına aldım. Çok daha kafa karıştırıcıydı, çünkü hayatım boyunca hiç bu kadar insan gibi hissetmemiştim – hatırlayabildiğim kadarıyla, insanken bile. İnsan olduğum zamanlar, düşüncelerim askerliğin görkemine dönüktü. Büyük Savaş gençliğimde patlak vermişti ve salgın vurduğunda on sekizinci doğum günüme sadece dokuz ay vardı… O insan yıllarından sadece belirsiz izler kalmıştı, bulutlu anılar geçen her onyılla solmuştu. En berrak olarak annemi hatırlıyordum ve yüzünü düşündüğümde eskiden kalma bir sızı hissediyordum. İstekle koştuğum gelecekten ne kadar nefret ettiğini, her gece dua ederek akşam yemeklerinde ‘korkunç savaş’ın bitmesine dair isteğini dile getirdiğini hayal meyal hatırlıyordum… Başka bir hasrete dair anım yoktu. Annemin sevgisinin dışında bana kalmayı diletmiş hiçbir sevgi yoktu… Bu benim için tamamen yeniydi. Düşünecek hiçbir paraleli, yapılacak hiçbir karşılaştırması yoktu. Bella’ya hissettiğim aşk saf olarak ortaya çıkmıştı; ama şimdi sular çamurlanmıştı. Ona dokunabilmeyi çok istemiştim. O da aynısını hissetmiş miydi? Fark etmez, diye ikna etmeye çalıştım kendimi. Beyaz ellerime baktım, sertliklerinden, soğukluklarından, insansı olmayan güçlerinden nefret ederek... Kapı açıldığında yerimden sıçradım. Ha. Hazırlıksız yakalandın. Bu bir ilk, diye düşündü Emmett yerine yerleşirken. “Bahse girerim ki Bayan Goff uyuşturucu kullandığını düşünüyor, son zamanlarda çok tuhafsın. Bugün neredeydin?” “Ben… yararlı işler yapıyordum.” Ha? Güldüm. “Hastayla ilgilenmek gibi bir şey.” Bu kafasını daha da çok karıştırdı; ama sonra arabadaki kokuyu içine çekti. “Ah. Yine o kız mı?” Yüzümü buruşturdum. Bu gittikçe garipleşiyor. “Bir de bana sor.” diye söylendim. Kokuyu tekrar içine çekti. “Hmm. Oldukça hoş bir kokusu var değil mi?” Sözlerini daha bitirmeden istemsiz bir tepki olarak dudaklarımın arasından bir hırlama çıktı. “Sakin ol çocuk, sadece söylüyorum.” Sonra diğerleri geldi. Rosalie kokuyu anında fark etti ve sinirini atlatamamış halde bana öfkeyle baktı. Probleminin ne olduğunu merak ediyordum; ama ondan duyabildiğim tek şey bir hareket dizisiydi. Jasper’ın tepkisinden de hoşlanmamıştım. Emmett gibi o da Bella’nın çekiciliğini fark etmişti. Koku, ikisine de bana geldiğinin binde biri çekici değildi; ama yine de kanının onlara tatlı gelmesi beni üzdü. Jasper iyi bir kontrole sahip değildi. Alice yanıma geldi ve Bella’nın kamyonetinin anahtarını almak için elini uzattı. “Sadece yaptığımı gördüm.” dedi. “Bana nedenlerini söylemen gerekecek.” “Bu o anlama gelmiyor–” “Biliyorum, biliyorum. Bekleyeceğim. Çok uzun sürmeyecek.” İç çekip anahtarı verdim. Onu Bella’nın evine kadar takip ettim. Yağmur milyonlarca küçük çekiç gibi iniyordu, o kadar yüksek sesliydi ki belki Bella’nın insan kulakları kamyonetin motorunu duymamıştı. Penceresini izledim; ama bakmak için çıkmadı. Belki orada değildi. Duyulacak hiçbir düşünce yoktu. Onu kontrol etmek için yetecek kadar bile duyamamam beni üzdü – mutlu olduğundan emin olmak için, güvende olduğundan en azından. Alice arkaya bindi ve eve doğru hızlandık. Yollar boştu, o sayede sadece birkaç dakika aldı. Eve geldik ve hepimiz kendi ayrı eğlencelerimize gittik. Emmett ve Jasper sekiz tahtanın birleşiminden oluşan bir tahtayla, kendi karmaşık kurallarıyla oynadıkları ayrıntılı satrancın ortasındaydılar. Oynamama izin vermezlerdi, artık benimle sadece Alice oyun oynuyordu. Alice onların olduğu köşedeki bilgisayarına gitti ve monitörün çalıştığını duydum. Rosalie’nin elbise dolabı için yeni bir moda tasarımı üzerinde çalışıyordu; ama Rosalie bugün arkasında durup Alice’in eli dokunmatik ekranda (Carlisle ile ben sistemle biraz oynamak zorunda kalmıştık, çünkü bu ekranların çoğu ısıya yanıt veriyordu) dolaşırken onu kesim ve renklerle ilgili yönlendirmeye gitmemişti. Onun yerine asık bir suratla kanepeye yayılmış, hiç durmadan ve saniyede yirmi kanal değiştirerek zap yapıyordu. Garaja gidip BMW’sini tekrar düzenleyip düzenlememeye karar vermeye çalıştığını duyabiliyordum. Esme üst kattaydı, mavi basma kumaşlarla çalışıyordu. Bir süre sonra Alice kafasını duvara dayadı ve ağzıyla sırtı ona dönük oturan Emmett’in gelecek hamlelerini, rakibinin en sevdiği atını yüzünde sakin bir ifadeyle alan Jasper’a söylemeye başladı. Ve ben, uzun zamandan beri ilk defa – o kadar uzun ki utanç duydum – girişin yanındaki zarif, büyük piyanonun başına oturdum. Sesi kontrol etmek için elimi nazikçe tuşların üzerinde gezdirdim. Akort hala mükemmeldi. Üst katta, Esme yaptığı şeyi bıraktı ve başını kaldırdı. Bugün arabada ortaya çıkan ezginin başını çaldım, sesinin hayal ettiğimden daha iyi çıkması beni memnun etti. Edward tekrar çalıyor, diye düşündü Esme mutlulukla, yüzünde bir gülümseme belirerek. Masasından kalktı ve sessizce merdivenin başına geldi. Esas melodinin içinden geçmesine izin vererek ahenkli bir dize ekledim. Esme hoşnutlukla iç çekip en üst basamağa oturdu ve başını tırabzana dayadı. Yeni bir beste. Çok uzun zaman olmuştu. Ne kadar güzel bir ezgi. Melodiyi alçak perdeyi takip ederek yeni bir yöne götürdüm. Edward tekrar beste mi yapıyor? diye düşündü Rosalie ve dişleri sert bir güceniklikle birbirine kenetlendi. O anda, hata yaptı ve öfkesinin esas sebebini okuyabildim. Niye bana böyle huysuzca davrandığını, Isabella Swan’ı öldürme fikrinin vicdanını niye hiç rahatsız etmediğini gördüm. Rosalie ile, her şey kendini beğenmişlikle ilgiliydi. Müzik birdenbire durdu ve kendimi durduramadan güldüm, elimi çabucak ağzıma atmadan önce bir kahkaha attım. Rosalie bana dönüp öfkeyle baktı, gözleri kırgın öfke kıvılcımları saçıyordu. Emmett ve Jasper da bana baktı ve Esme’nin kafasının karıştığını duydum. Bir anda aşağı kata indi ve Rosalie ile bana baktı. “Durma Edward.” diye cesaretlendirdi gergin bir an sonrasında. Rosalie’ye arkamı dönüp yüzümde beliren gülümsemeyi kontrol edebilmek için büyük çaba harcayarak tekrar çalmaya başladım. Ayağa kalktı ve utangaçlıktan çok, öfkeyle odadan çıktı; ama kesinlikle oldukça utanmıştı. Eğer bir şey söylersen, seni köpek gibi avlarım. Başka bir kahkahayı bastırdım. “Sorun ne Rosalie?” diye seslendi Emmett arkasından. Rosalie dönmedi. Devam edip garaja girdi ve arabasının altına kendini oraya gömebilecekmiş gibi girdi. | |
| | | wiwi* Admin
Mesaj Sayısı : 2636 Yaş : 31 Nerdensn..?? : Suomi~ İş/Hobiler : ..kitaplar^ Lakap...??? : prensess (:* Rep : Kayıt tarihi : 11/06/08 Puan : 1119 Teşekkür : 9
Kişisel Kendinizi Tanıtın: -Poe*'^
| Konu: Geri: MİDNİGHT SUN *^ Paz Haz. 21, 2009 6:18 am | |
| “Bu da neydi?” dedi Emmett bana. “En ufak bir fikrim bile yok.” diye yalan söyledim. Emmett sinirlenip homurdandı. “Çalmaya devam et.” dedi Esme. Ellerim yine duraklamıştı. İstediği şeyi yaptım ve gelip, ellerini omzuma koyarak arkamda durdu. Beste ilgi uyandırıcıydı; ama yarımdı. Bir köprüyle oynadım; ama bir şekilde doğru gelmedi. “Büyüleyici. Bir ismi var mı?” diye sordu Esme. “Daha değil.” “Hikayesi var mı?” diye sordu sesinde bir gülümsemeyle. Bu ona büyük bir hoşnutluk vermişti ve müziği boşladığım için kendimi suçlu hissettim. Bencillik etmiştim. “Bu bir… ninni sanırım.” Sonra köprüyü doğru kurdum. Arkasındaki harekete kolayca öncülük etti. “Bir ninni.” diye tekrarladı kendi kendine. Bu ezginin bir hikayesi vardı ve bir bunu kere gördüğümde parçalar çaba harcamadan yerine oturdu. Hikaye küçük bir yatakta uyuyan bir kızdı, gür, koyu ve dağınık saçları yastıkta deniz yosunu gibi kıvrılan bir kız… Alice, Jasper’ı kendi oyunlarıyla bıraktı ve yanıma oturdu. Güzel, ahenkli sesiyle ezginin iki oktav yukarısında bir sözsüz bir melodi söyledi. “Bundan hoşlandım.” diye mırıldandım. “Ama şuna ne dersin?” Dizesini ezgiye ekledim – ellerim şimdi bütün parçalar üzerinde bir arada çalışmak için tuşların üzerine uçuyordu – biraz değiştirerek, yeni bir yöne yönlendirerek… Ruh halini yakaladı ve beraber söyledi. Esme omzumu sıktı. Ama Alice’in sesinin ezginin üzerinde yükselip onu başka bir yere götürmesiyle artık sonu görebiliyordum. Şarkının nasıl bitmesi gerektiğini görebiliyordum, çünkü uyuyan kız, tıpkı gerçekte olduğu gibi muhteşemdi ve herhangi bir değişiklik yanlış olurdu, bir üzüntü olurdu. Beste bu anlayışa doğru sürüklendi, daha yavaş ve daha hafif. Alice’in sesi de alçaldı, ağırbaşlı hale geldi. Son notayı çaldım ve sonra tuşların üzerinde başımı eğdim. Esme saçımı okşadı. İyi olacak Edward. En iyisi yönünde çözülecek. Sen mutluluğu hak ediyorsun oğlum. Kader sana bunu borçlu. “Teşekkürler.” diye fısıldadım, inanabilmeyi dileyerek. Aşk her zaman kullanışlı paketlerde karşına çıkmaz. Neşesizce güldüm. Sen, büyük ihtimalle, dünyadaki herkesin içinde, bu kadar zor bir ikilemle savaşmak için en donanımlı kişisin. Hepimizin içinde en iyisi ve parlağısın. İç çektim. Bütün anneler oğulları için aynı şeyi düşünürdü. Esme, trajedi potansiyeline rağmen bütün bu zamandan sonra nihayet kalbime dokunulduğu için hala neşeyle doluydu. Benim hep yalnız kalacağımı düşünmüştü… O da seni sevecek, diye düşündü aniden, düşüncelerinin yönüyle beni şaşırtarak. Eğer zekiyse. Gülümsedi. Ama birinin senin de öyle olduğunu yakalamak için o kadar yavaş olacağını hayal edemiyorum. “Yapma anne, beni utandırıyorsun.” diye alay ettim. Kelimeleri olanak dışı olsa da, beni neşelendirmişti. Alice güldü ve “Heart and Soul”un ilk elini ortaya çıkardı. Sırıttım ve onunda basit armoniyi tamamladım. Sonra onu bir “Chopsticks” performansıyla şereflendirdim. Kıkırdadı ve iç çekti. “Keşke Rose’a niye güldüğünü bana söylesen.” dedi. “Ama söylemeyeceğini görüyorum.” “Hayır.” Kulağıma parmağıyla bir fiske attı. “Kibar ol Alice.” diye azarladı Esme. “Edward centilmenlik yapıyor.” “Ama öğrenmek istiyorum.” Sızlanan tonuna güldüm. Sonra “İşte Esme.” dedim ve en sevdiği besteyi çalmaya başladım, Carlisle ile aralarında izlediğim aşklarına isimsiz bir hediye. “Teşekkürler canım.” Tekrar omzumu sıktı.Tanıdık parçaya odaklanmam gerekmedi. Onun yerine hala garajda olan Rosalie’yi düşündüm ve kendi kendime sırıttım. Kıskançlığın potansiyelini kendim yeni keşfettiğim için, ona biraz acıyordum. Sefil eden bir duyguydu. Tabii ki, onun kıskançlığı benimkinden binlerce kat daha azdı. Rosalie’nin hayatı ve kişiliği, bu kadar güzel olmasaydı ne kadar değişik olurdu, merak ettim. Eğer güzellik her zaman en güçlü noktası olmasaydı daha mutlu bir insan olur muydu? Daha az ben merkezci? Daha çok şefkatli? Eh, sanırım merak etmek işe yaramazdı çünkü geçmiş geçmişti ve o her zaman en güzel olmuştu. İnsan olduğu zamanlar bile kendi güzelliğinin spot ışıkları altında yaşamıştı. Onun için sorun değildi. Tam tersi – çekiciliği neredeyse her şeyden daha çok seviyordu. Bu ölümlülüğünü kaybedişiyle değişmemişti. O yüzden ben baştan beri onun güzelliğine diğer bütün erkeklerden beklediği gibi aşırı hayranlık duymadığım için gücenmesi sürpriz değildi. Beni hiçbir şekilde istediğinden değil – bundan çok uzaktı; ama buna rağmen onu istemediğim için darılmıştı. İstenmeye çok alışıktı. Jasper ve Carlisle ile farklıydı – onların ikisi de zaten aşıktı. Ben tamamen boştaydım; ama yine de inatla hareketsiz kalmıştım. Eski gücenikliğinin kaybolduğunu düşünmüştüm, uzun süre önce geçtiğini. Ve geçmişti… Ben sonunda güzelliği bana onunkinin dokunmadığı şekilde dokunan birini bulana kadar. Rosalie eğer onun güzelliğini hayranlığa değer bulmadıysam, dünyada bana ulaşacak hiçbir güzellik olmadığı inancına güvenmişti. Bella’nın hayatını kurtardığımdan beri sinirliydi; benim tamamen bilinçsiz olduğum ilgiyi kadın hisleriyle tahmin etmişti. Önemsiz bir insan kızını ondan daha çekici bulduğum için ciddi olarak alınmıştı. Gülme dürtüsünü tekrar bastırdım. Beni rahatsız etti ama, Bella’yı görüşü. Rosalie gerçekten kızın sıradan olduğunu düşünüyordu. Buna nasıl inanabilirdi? Bana anlaşılmaz geliyordu. Kıskançlığın bir sonucuydu şüphesiz. “Ah!” dedi Alice aniden. “Jasper tahmin et, ne gördüm?” Gördüğünü görmüştüm ve ellerim tuşlarda donakalmıştı. “Ne oldu Alice?” diye sordu Jasper. “Peter ve Charlotte haftaya ziyarete geliyorlar. Buralarda olacaklar, ne güzel değil mi?” “Sorun ne Edward?” diye sordu Esme omuzlarımdaki gerilimi hissedip. “Peter ve Charlotte Forks’a mı geliyorlar?” diye tısladım Alice’e. Gözlerini devirdi. “Sakinleş Edward. Bu onların ilk ziyareti değil.” Dişlerim birbirine kenetlendi. Bu, Bella geldiğinden ve tatlı kanı sadece bana çekici gelmediğinden beri ilk ziyaretleriydi. Alice yüz ifademi görünce kaşlarını çattı. “Asla burada avlanmazlar. Bunu biliyorsun.” Ama Jasper’ın bir nevi kardeşi olan vampir ve sevdiği küçük vampir bizim gibi değillerdi; alışıldık yoldan avlanıyorlardı. Bella’nın etrafında onlara güvenilmezdi. “Ne zaman?” diye sordum. Dudaklarını mutsuz bir şekilde büzdü; ama öğrenmem gerekeni söyledi. Pazartesi sabahı. Kimse Bella’yı incitmeyecek. “Hayır.” diye katıldım ona ve sırtımı döndüm. “Hazır mısın Emmett?” “Sabah gideceğimizi sanıyordum?” “Pazar gecesi geri döneceğiz. Ne zaman gideceğimiz sana kalmış.” “Peki, tamam. Önce Rose’a hoşça kal dememe izin ver.” “Tabii.” Rosalie’nin içinde bulunduğu tuh haliyle, bu kısa bir veda olacaktı. Gerçekten kendini kaybettin Edward, diye düşündü arka kapıya yönelirken. “Sanırım kaybettim.” “Yeni besteyi benim için bir kere daha çal.” diye rica etti Esme. “Eğer istersen.” diye kabul ettim, ezgiyi kaçınılmaz sonuna – bana yabancı şekillerde acı veren sona – kadar çalmakta biraz tereddütlü olmama rağmen. Bir an düşündüm, sonra cebimden şişe kapağını çıkarıp boş nota sehpasına koydum. Bu biraz yardımcı oldu – onun evetinin küçük anı. Kendi kendime başımı salladım ve çalmaya başladım. Esme ve Alice birbirlerine baktılar; ama ikisi de sormadı. “Kimse sana yemeğinle oynamamanı söylemedi mi?” diye seslendim Emmett’e. “Ah, selam Edward!” diye bağırdı, elini sallayıp sırıtarak. Ayı, onun dikkat dağınıklığından faydalanıp ağır pençesiyle Emmett’in göğsünü tırmaladı. Keskin tırnaklar tişörtünü parçaladı ve derisinde gıcırtı sesi çıkardı. Ayı yüksek perdedeki ses üzerine böğürdü. Ah kahretsin, bu tişörtü bana Rose vermişti. Emmett geri kükreyerek hayvanı çileden çıkardı. İç çektim ve yakın bir kayaya oturdum. Bu zaman alabilirdi. Ama Emmett neredeyse işi bitirmişti. Ayının başka bir pençe darbesiyle kafasını koparmayı denemesine izin verdi ve darbe geri sekip ayıya zarar verdiğinde güldü. Ayı kükredi ve Emmett gülüşünün arasında ona geri kükredi. Sonra, arka ayakları üzerinde kendinden bir baş büyük olan hayvanın üzerine atladı. Vücutları birbirlerine dolanarak ve beraberlerinde olgun bir alaçamı da götürerek yere düştü. Ayının hırlamaları bir lıkırtı sesiyle kesildi. Birkaç dakika sonra, Emmett onu beklediğim yere koştu. Tişörtü mahvolmuştu, yırtık ve kanlıydı, ayrıca yapış yapıştı ve kürkle kaplıydı. Siyah kıvırcık saçları da pek iyi durumda değildi. Yüzünde kocaman bir sırıtma vardı. “Bu güçlüydü. Bana pençe attığında neredeyse hissettim.” “Çocuk gibisin Emmett.” Benim düzgün, temiz gömleğime bir bakış attı. “O dağ aslanını takip edemedin mi?” | |
| | | | MİDNİGHT SUN *^ | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |